Yeşilçam’ın “Öteki” Renkleri…
Muhsin Ertuğrul ve Nazım Hikmet’in Yönetmenliğini, gene Nazım Hikmet’in senaristliğini yaptığı 1933 yapımı “Cici Berber” film, berber dükkânında kasiyerlik yapan Eleni isimli bir Rum kızıyla, gazeteci Selim’in evlilikle sonuçlanan aşklarını konu alır. Filmde Eleni’nin babası Yani, gazeteci düşmanıdır ve Selim’i kovar. Eleni ve Selim’in izdivacıyla son bulan film, din ve millet farkının aşka engel tanımadığı mesajını işlemesiyle Türk sinema tarihine geçer.
Oysa özellikle son asrın ortalarından itibaren sinemamızda azınlıklara dair gerçekçi bir bakış açısıyla karşılaşmak mümkün olmamakla birlikte onların geçmişleri, aile yaşantıları, ibadetleri ve kültürleri hiçbir zaman gözler önüne serilmemiştir.
Buna rağmen onlar yıllarca filmleri ve canlandırdıkları karakterlerle evlerimize konuk oldular. Bir ülkenin içini ısıtan en güzel filmlere imzalarını attılar… Onlar Yeşilçam’ın kimliklerini gizlemek zorunda kalan güzel insanları… Simaları akrabadan öte bizlere yakın… Fakat bu kadar bizden biri olmalarına ve bunca şöhretlerine rağmen birçoğu kimliklerini ömürleri boyunca gizlemek zorunda kaldılar. Çünkü ülke/toplum, onları gerçek kimlikleriyle yukarılara taşımayı yeterince vaat etmiyordu. Çünkü ülke, onların sanatlarından ziyade kimliklerini kendine mesele etmeyi yeğliyordu.
Sosyal ve siyasal sebeplerine indiğimizde, “Cici Berber” gibi örneklere baktığımızda Türk sineması, 1930’lu yıllarda sinema salonlarında Rumca dublajlı film gösterimlerinin yapıldığı dikkate alındığında, özellikle ‘Kıbrıs Sorunu’ patlak verdikten sonra 1950’lerden itibaren -maalesef- sinemamız bütün Rum kadınların ‘fahişe’, Rum erkeklerin ise Türkiye’ye karşı ihanet faaliyetleri yürüten karakterlere büründüğü bir sinemaya dönüşmüş.
Bundan sonra ne mi olmuş? Ermeni oyuncular Türkçe isimler almak zorunda hissetmiş kendilerini… Bozuk Türkçeleri ile birer komedi unsuru olmuşlar (Bakınız Vahi Öz). Türk sinemasında Yahudiler uyanık tüccar, Rum kadınları fuhuşa yatkın yanaşmalar, orta yaşlı Ermeni kadınlar ise pansiyonculuk yapan ‘madam’ lara bürünmüş!
Oysa biz onları onlar olduğu için sevdik. Ama kimlikleriyle, renkleriyle… Bu ülkede Ermeni, Süryani, Yahudi yada Alevi olmak… Hepsi saçımızın rengi gibi… Daha ötesine gerek yok… Hadi şimdi o renklere bilerek dokunalım!
Hababam Sınıfı’nın “Hafize Ana” sı, Gülen Gözler’in tonton “Nezaket Hanım” ı, ‘Uykudan Önce’nin “Adile Teyze” si… Asıl adı Adela Özcan olan Adile Naşit, dönemin ünlü kanto yıldızlarından tiyatro oyuncusu Türkiye Ermeni’si Amelya Hanım ile ünlü komedyen Naşit Bey’in kızı olarak 1930’da dünyaya gelir. Anne tarafından Ermeni, baba tarafından Rum’dur. Dedesi Kemani Yorgo Efendi, anneannesi ise, zamanının meşhur kantocularından olup, lakabı Küçük Verjin dir. Dayısı Niko ve ağabeyi Selim Naşit… Böyle renkli bir ailede dünyaya gözlerini açar Adile Naşit…
Asıl adı Kirkor Cezveciyan olan 1950 ve 1960’lı yılların ünlü jönü Kenan Pars, toplum tarafından kabullenme kaygısı ile isim değiştiren sanatçılarımızdan birisidir. İslami hat sanatı tutkunu da olan Kenan Pars, bir mülakatında “Müslüman bir ülkede yaşıyorum; İslam’ın her şeyi bana ait… Allah’ı da peygamberi de yazısı da çizisi de hep bana ait…” diyor.
500’ün üzerinde filmin çoğunda karakter oyuncusu olarak karşımıza çıkan Kenan Pars, bir başka röportajında [1] ise “Türk müsünüz?” sorusuna sinirleniyor ve Ermeni ismiyle hatırlanmak istemediğini şöyle dile getiriyor: “Kirkor Cezveciyan, sadece kimliğimdeki adım. Kullanmıyorum… Ben Türkiye vatandaşı Kenan Pars’ım. (…) Türkiye’de doğan, Türkiye Cumhuriyeti nüfus cüzdanını taşıyan, bir Türk gibi yaşayan adama ne denir? Ben bir Türk’üm. Türk olmanın anlamını hissediyorsan sen de Türk’sün…”
Evinde 80 Atatürk fotoğrafı bulunduğunu söyleyen Pars, röportajında ayrıca 83 yılını geçirdiği Bakırköy’de boncuklarla besmele işlemesi yaptığını ve sergi açmayı planladığını da belirtiyor. Nasıl belirtmesin! Bir travma mıdır bilinmez, sıradan bir Müslüman’ın bile yapmadığı bu uğraşları neden Kirkor Cezveciyan yapıyor? Bunun cevabı belki de Kenan Pars’ın askerlik yıllarında saklıdır ne dersiniz? Şöyle ki; Kenan Pars’ın, Balıkesir’deki Akhisar-Sındırgı yolunun yapımında emeği büyük… Ne alaka diyeceksiniz? Belirteyim; Askerliğini Balıkesir’de yapan Pars’ın, gayrimüslim olduğu için eline silah yerine kazma kürek verirler ve bu yolun yapımında çalışmıştır.
Belirtmek gerekiyor; Kenan Pars, dinini değiştirmedi. O, Türklük bilincini Türkiyeli olmak olarak açıkladı ama bir Türk’ten daha Türk, bir Müslümandan daha Müslüman gibi davrandığı muhakkak. Bu da burada dursun!
“Öleyim; sonra yaz Ermeni olduğumu!”
Diyarbakır doğumlu olan oyuncu Sami Hazinses’in gerçek adı Samuel Agop Uluçyan’dır. Oyunculuğun yanı sıra bir çok şarkının söz ve bestecisidir de… Gerçek anlamda bir sinema emekçisidir o.
1994 yılında verdiği bir röportajda ilk defa Ermeni kimliğini açıklayan Hazinses, röportajı yapan gazeteciden röportajın öldükten sonra yayınlanmasını ister. Gazeteci nedenini sorduğunda ise Hazinses: “Eski sempati kalmıyor. Onun için…” diye cevap verir.
Nebil Özgentürk şöyle anlatıyor bu büyük ustayı: “Ermeni hemşerilerini ararken aklına birden bire en yakın arkadaşı Danyal Topatan geldi Sami Hazinses’in… Onun yapayalnız ve açlık içinde öldüğünü söyledi. ‘Cenazesi bile bomboştu, nasıl da üzülmüştüm; bu vefasızliğa çok kahroluyorum… Olur mu, böyle şey olur mu? Biz kimiz, vatan haini miyiz?’ Ne kadar sitemkâr olursa olsun, Türkiye’de Müslüman çoğunluktan hangi sanatçının aklına gelir, kendini vatan haini ile karşılaştırmak? Ermeniliği söz konusu edilmeyince yukardaki paragrafta eserekli biri gibi görünen Hazinses, Ermeni olarak doğdu, öldüğünde de Ermeni’ydi.” [2]
O röportajdan şu ifadeleri belirtmemek olmaz:
Hazinses: “Ermeni olduğumu kim söyledi!?”
Babam, diye cevapladığım halde görüşmemiz boyunca durup durup bu soruyu tekrarladı aynı kızgınlıkla…
Özgentürk: Ermeni olmayla ilgili konuşmak istemiyorsunuz?
H: “Katiyen!”
Ö: Yani ermeni olduğunuzun bilinmesini istemiyorsunuz?
H: “Ermeni olduğumu kim söyledi?”
Ö: Peki, kendinizle ilgili konuşmak istemiyorsanız, bırakalım bunu. Terzi Agop’tan haberiniz var mı? nerede şimdi o, ne yapıyor?
H: “Amerika’da… Yazları gelir. Beni görmeye gelir.”
Ö: Ermeni olduğu için rahat edemedi de mi gitti?
H: “Senin maksadın ne?! Niye karıştırıyorsun bunları!”
(Bunları söylerken, elini de sivri uçlu bir aletle bir yerleri karıştırıyormuşum gibi bir hareket de yapıyor. Yani bana, hani dış mihrakların kışkırtmasıyla kurumuş boku karıştırıp kokusunu çıkartmak gibi pis bir iş yapmaya çalışan birisin, der gibi.
Sinir küpü, öfkeli; hiç filmlerdeki gibi değil şu an. Devam ediyor:
H: “Bak Atatürk ne demis, Ne Mutlu Türküm Diyene”.
Ö: Hayır, bence sadece “Ne Mutlu Türküm Diyene” olmaz, ne mutlu Kürdüm diyene, Ermeni’yim diyene…
…….
Ö: Samuel Uluç neden Sami Hazinses olmak için mahkeme kapılarına gitti? Neden Samuel’in bilinmesini istemiyor?
H: “Eski sempati kalmıyor. Onun için istemiyorum. Yazma bunları. Öleyim, ondan sonra… Öldükten sonra yaz, şimdi boşver…”
(Daha devam edecektim ama yüzünün ifadesinin tamamen değiştiğini, gülümsediğini görünce kestim.)
Mıgırdiç’dan olma ve Enna’dan doğma Samuel Uluçyan, 23 Ağustos 2002’de hayatın kaybetti… Ömrü boyunca Ermeniliğini gizleyecek kim bilir ne travmalar yaşadı. Bir Hıristiyan Diyarbakır Ermenisi olan Sami Hazinses’in ömrünün son döneminde herşeyiyle ilgilenen ise gene bir Diyarbakırlı Müslüman olan Mehmet Kaya her şeyiyle ilgilenmiş, ona evlattan öte destek olmuştur.
1911 doğumlu Vahi Öz yada asıl adıyla Vahe Ozinian ise neredeyse Yeşilçam’la yaşıt bir oyuncu. Anadolu şivesini kullanma becerisi ile Türk sinemasına bambaşka bir karakter kattı. 1960’larda Horoz Nuri tiplemesiyle ve Bedia filmiyle hafızamızda yer etmiştir. Kıçı çıkık, elleri belinde bağlı yürüyen tiplemesiyle “kart horoz” filmiyle ünlenmiştir. Mualla Sürer’e “Bediaaa!” diye seslenişi ona daha çok bir “çizgi film kahramanı” niteliği kazandırmıştır. Oyunculuğun yanı sıra yönetmenlik de yapan Öz, 1968’de kendi adına bir de tiyatro topluluğu da kurmuştur. 1969 yılında kanserden hayatını kaybeden Öz’ün hiç renkli filmi yoktur…
“Korkusuz Korkak” filminin Mülayim’i, “Sakar şakir”in Sabri Amcası, “Malkoçoğlu krallara karşı” filminde kızıl akrep tarikatında büyücü rahibidir o… bu ülkeye değil ama dosyaya göre ölmemesi lazımken ölmüş tıbba hakaret doktorluğa ihanet etmiştir Kirkor Sadıkyan. Kamer Sadık yada asıl adıyla Kamer Sadıkyan siması hafızamızda yer etmiş oyuncularımızdandır.
Türk sinemasının emektar yaşlı tonton amcası, imam karakterlerinin aranan ismi Nubar Terziyan (yada asıl adıyla Nubar Alyanak) ise gerçek kimliği ve ismiyle yaşamını sürdürdü. 500’den fazla filmde rol almış olan Terziyan, Ermeni kimliğini hiç gizlemedi, bu ülkenin insanı olmakla gururlandığını hep ifade etti.
Bezciyan Lisesi’ni bitiren Terziyan, sivil polis olmak ve Darülbedayi’de oynamak hayallerinin gerçekleşmeyeceğini anlayınca bir yandan baba mesleği manifaturacılığı sürdürdü; bir yandan da arkadaşlarıyla kurduğu yarı-amatör gençler temaşa heyetinin oyunlarında sahneye çıktı. 1948’da Atlas Film’in davetiyle efsuncu baba filminde rol aldı ve bu, ilk sinema deneyimi oldu.
Yüzünden nur eksik olmamasından mıdır bilinmez, bir kez olsun kötü adam rolünde oynamamıştır Nubar Terziyan…
1979 yılında Ayhan Işık’ın vefatı üzerine gazetelere ilan veren Terziyan, ilanında şu ifadelere yer vermiştir:
“Oğlum Ayhan, dünya fanidir ölüm herkese nasip ama sen ölmedin; zira geride bıraktığın bizlerin ve milyonların kalbinde yaşıyorsun. Ne mutlu sana (…) Amcan: Nubar Terziyan.”
Bu ilanın yayımlanmasının ardından Ayhan Işık’ın gayrimüslim olarak algılanmasından endişe duyan ailesi bunun üzerine şöyle karşıt bir ilan verir:
“Önemli bir düzeltme. ‘Amcan Nubar Terziyan’ imzasıyla çıkan ilanla sevgili varlığımız Ayhan Işık’ın hiçbir ilişkisi yoktur. (…) Görülen lüzum üzerine üzüntüyle duyururuz. Ailesi.” İlandan da anlaşılabildiği gibi Işık’ın ailesi, ünlü oyuncunun ‘Ermeni’ olarak anılabileceğinden büyük endişe duymuştur.
Terziyan’ın “Amcan Nubar Terziyan” ifadesi sebebiyle Ayhan Işık’ın ailesi büyük bir ayıba imza atar. İddialara göre Terziyan buna çok üzülür. (Bu arada Ayhan Işık’ın gerçek soyadı Işıyan’dır ancak soyadının Ermenilikle bir alakası yoktur. Tabi bu soyadı, tamamen tesadüftür.)
Terziyan bir röportajında şöyle der:
-“Son sözün nedir” dedi, “ben Ermeni’yim ismim Nubar” dedim. “Fakat Müslümanlarla yaşadığım için içim dışım Müslümandır” dedim.
Yavuz Turgul’un “aşk filmlerinin unutulmaz yönetmeni” filminde resmettiği gibi, cemaatin azlığının rahmetliye saygısızlık olacağını düşünerek, Müslümanlarla birlikte cenaze namazında saf tutacak türden güzel bir insan olan Nubar Terziyan’ın şu repliği sinema tarihine geçmiştir:
Haşmet (Şener Şen): Nubar!
Nubar: Ne?
Haşmet: Sen Ermeni değil misin?
Nubar: Ermeniyim.
Haşmet: Namazda ne işin var?
Nubar: Napayım, cemaat o kadar az ki. Adama ayıp olacak…
–Yavuz Turgul‘un 1990 yapımı, “Aşk Filmlerinin Unutmaz Yönetmeni” filminden (Şener Şen & Nubar Terziyan).
Birlikte yaşama duygusu gelişmemiş ırkdaşlarımız yüzünden, onun ırkdaşları ülkeyi terk etmişlerse de, Nubar Terziyan, kalıp savaşmayı tercih etmişlerdendir.
Yeşilçam, hep güzel yüzlü cici hanımefendilerin, yakışıklı beyefendilerin, esas kızların, esas oğlanların dünyası değildi ya! O dünyada yan rollerde, arka rollerde yer alan ve afişlerde, jeneriklerde isimlerine çoğu zaman yer verilmeyen nice kahramanlar da yer alıyordu. Yeşilçam’ın sayısız filmine yan rollerle imza atan Ahmet Danyal Topatan onlardan birisiydi. Asıl adı Ahmet Daniel Bayriyan olan Danyal Topatan, 1915 yılında Mersin’de fakir bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir.
Onlar, ülkemizin güzel renkleri… Yerleri cennettir…
Yıkın ön yargılarınızı… Farklılıklarınız renkleriniz olsun…
[1] Tercüman 5 Şubat 2007
[2] Nebil Özgentürk, 5 Ekim 1995, Sabah