Bir Zeki Demirkubuz Söyleşisi…
(Zeki Demirkubuz Söyleşisi 30 Kasım 2016 – Ankara)
Yazan/Redaksiyon: Volkan Durmaz
Gezici Festival, Türk sinemasının en önemli isimlerinden birisi olan Zeki Demirkubuz’u Ankaralı sinemaseverlerle buluşturdu. Kor film gösterimi ile gerçekleşen “Yönetmen konuşmaları” isimli söyleşilerde Demirkubuz’la bir araya gelme fırsatı da yakalamış olduk. Ben de söyleşi öncesinde usta yönetmenle görüşme fırsatı da yakaladık.
İşte Kor filmi gösterimi sonrasında Zeki Demirkubuz söyleşisinden başlıklar…
“İnsan en genel anlamda da en dar anlamda da çaresiz bir varlıktır.”
Filmde genel durum çaresizlik ve çaresizlikle yüzleşmemiş insanların ikiyüzlülüğü… Ve çaresizliğin ahlaki bir soruna dönüşmesi… Benim amaçladığım ve gösterdiğim şey bu… İnsan en genel anlamda da en dar anlamda da çaresiz bir varlıktır. Bu iki tepkiye neden olabilir insanlarda… Zaten pek çok düşünce, inanış bunu kodlayarak kendini var eder. Ya bu çaresizliği kabul edersiniz, bunun üzerinden yüzleşirsiniz ya da boynunuzu eğersiniz; yada bunu inkar edersiniz ve bir ahlaki soruna dönüştürürsünüz…
Özellikle kadının (Emine) içine düştüğü durum bu… Bu umutsuzluk değil. Bu –zaten ben hiçbir senaryomu yazarken ve filmimi yaparken umudu ve umutsuzluğu bir kriter olarak almam- durumu ortaya koymaya çalışırım, bu insanların ahlaki varlıkları açısından bunu sorgular ve göstermeye çalışırım. Şimdi daha açık ve net konuşursak, kadın açısından -ki bence adamlar için de bence aynı şey ama kadının durumu daha dominant olduğu için- şimdi anne olacaksınız, bir Türkiye toplumunda orta sınıf ahlakına göre bir kadın olacaksınız, eş olacaksınız, başka tanımlarınız olacak, birilerinin görümcesi olacaksınız, birlerinin gelini olacaksınız, bir mahallenin iyi ve namuslu vatandaşı olacaksınız, bir sürü rolünüz var… Ama aynı zamanda özlemleriniz olacak. Mesela kocanızdan hoşlanmadığınızı anlayacaksınız, sevmediğinizi anlayacaksınız, bu hayatı istemediğinizi anlayacaksınız, gece yatınca gündüz olduğundan çok farklı bir insanın kuracağı hayaller kurup duracaksınız ve ertesi gün ve her gün ve yıllarca bu ikisini bağdaştırmaya çalışacaksınız. Bu korkunç bir şey… Bu Türkiye halkının hiç burjuvazisi, zengini, fakiri falan demeden bence en temel problemi… Zaten bu filmi belki Türkiye toplumunun, Türkiye insanının doğasını bu denli keskin şekilde düşünerek çektiğim belki tek film bu… Çok başka özlemleriniz olacak; anlattığım sınırların ötesinde cinsellikle ilgili inanılmaz, doğanızdan gelen ya da başka sebeplerden gelen hayalleriniz, özlemleriniz hatta fantezileriniz olacak; sonra ertesi günü, bir az önce dediğim gibi sonra herkese kendinizi iyi bir eş bilmem falan filan bir insan gibi gösterecek. Bu zulüm bu! Bu ülkedeki en büyük zulüm bence bu! Ama tabi ki bu öyle bir zulüm ki mesela bir solcuyla bir modern, bir İslamcıyla bir orta sınıfı, zengini hepsi ahlaki olarak bu zulmü hepsi kabul etmiş durumda… Ama bunu sorgulamaya gelince herkes aynı şeyi söyler. Ama herkes her gece sabahlara kadar başka bir kişiliği, ertesi gün akşama kadar bunun tam zıddı bir kişiliği sanki onu kamufle edercesine gösterir. Bunun da yarattığı şey umutsuzluk diyebilirsiniz, çaresizlik diyebilirsiniz, umarsızlık diyebilirsiniz bir sürü şey diyebilirsiniz…
“Bir acı olmaksızın, kimse o yürüdüğü yolun, o şehrin farkına varmaz…”
(Emine’nin gece yürüdüğü yolda bir an durup ardına baktığı sahneyle ilgili olarak)
Sinemanın bize verdiği büyüleyici imkânlardan biri budur. Yaşamda bilemeyiz bunu ancak gösterdiğimiz zaman fark edebiliriz. Aynı şeyleri yaşadığımız aynı yoldan yürüdüğümüz ve bilmediğimiz durumu, bu metafizik duyguyu, bu varoluşçu duyguyu güçlendirmek için yaptım aynısını ama somut bir şey yok. Bazen durum dışı kaldığımızda bir acının trajik bir hissin içine düştüğümüzde bir yabancılaşırız çünkü işteyken güçteyken öyle bir acı olmaksızın kimse o yürüdüğü yolun, o şehrin filan farkına varmaz… Hızla geçer giderler…
Ama ikisi de farklı da olsa acıyı yaşadıkları için ve durum dışına düştükleri için böyle bakıyorlar. Ben de bir anlatıcı olmanın, bir yönetici olmanın imkânını kullanarak bunu böyle gösterdim.
Sinema yaparken şu ilişkiyi önemsiyorum; “bir bilen, bir otoriter tavırla bir şey anlatıyorum, insanlar da bunu bulsunlar” gibi bir üst makam ilişkisi yaratmamaya özellikle dikkat ediyorum. Bu sahneleri çekerken sizinle de kurmak istediğim ilişki zaten bu… Çünkü siz de bu filme verdiğiniz emeği, emeğin karşılığında beklediğiniz şey zaten onu yeniden üretebilme hakkıdır/şansıdır.
“Seyircinin bir filmden beklentileri üzerinden film yapmıyorum”
Tam olarak şunu yapmaya çalışıyorum. Aslında yapıyorum ama yapıyorum demek çok doğru olmuyor. Çünkü bunu böyle bu şekilde geçmeyen insanlar var. Aslında genel olarak seyircinin bir filmden beklentileri üzerinden bir film yapmıyorum ben… Çünkü benim sinemayla, bir filmle kurduğum ilişki, bir filmde film yapmanın bana verdiği imkanlarla kurduğum ilişki basitçe şu: dışarıdan bakıldığında şu ilişkinin görüldüğü gibi çok büyük şeyler değil; tam tersine hayat hakkında anlatılması güç, anlatılması yada çok basit olup da, ya bu kadar da değildir, bir anlamda incir çekirdeğini bile doldurmayacak bazı basit gerçeklikler olabilir bunlar bazen… Hayatın bu yanı hakkında bir duygu uyandırmaya çalışmak… Bütün yapmaya çalıştığım şey bu. O yüzden bu filmi izleyen insanlarda bir şekilde seyirci gibi bir etki yaratıyor. Çünkü bir filmden, aslında bir filmin -bu aslında ahlaki sorunu- en büyük görevi insanlara vadetmek… İnsanlara göstermek ve vermek… Yani gösterip vermek… Bu günkü kurgu bunun üzerine döner bir anlamda seyirciyle… Bu yüzden, mesela yönetmen soytarıdır; oyuncu cambazdır; öbürü… Yani böyle bir şey var. Tüm bunların arasında sinemaya başka bir şey atfettiğiniz zaman, bunun dışında bir şey atfetmek istediğiniz zaman, bu benim dediğimden farklı bir şey olamaz. Bu da dediğim gibi hayat hakkında bütün bunların ötesinde basit bir duygu edinmenizi sağlamak… O yüzden aslında çok basit bir şey görüyorsunuz. Çok basit… Yani seyirci rolüyle belki zor ama siz de uzaydan bu role gelmiyorsunuz. Hepiniz akşam eve gittiğinizde bazı dertlerle, kimseyle paylaşamadığınız iç ezilmeleriyle, şüphelerle… Yani bunun için ne hissettiniz, ben bunu yaptığım için, bu da bu sinema klişelerinin, diğer sinemaya ters düştüğü için, yönetmen-seyirci kurgusunun dışında bir ilişki olduğu için böyle bir şeye dönüyor…
Siz diyorsunuz ki “Ya bir filmde başka şeyler de olması lazım…” Ama bakıyorsunuz çok basit şeyler var. Yani sizin bile biraz kendinizi toparlayıp yazabileceğiniz, yapabileceğiniz şeyler var. Ama bu kadar basit olduğunu da düşünmek de istemiyorsunuz… Çünkü şu ilişkiyi kabul etmişsiniz. Bir otorite bekliyorsunuz ama değil… Yani o yüzden kafanız karışıyor.
“Ahlaki sorunların açlar, yoksullar arasında daha büyük bir mesele olduğuyla ilgili derdim var”
(Filmlerdeki ana karakterlerin sınıfsal durumu hakkında).
Sınıfsallık reddetmediğim bir şey ama yaşamı anlarken hele yaşamın doğası gibi çok karışık bir meseleyi anlatmaya çalışırken, baya arka planda bırakacağım bir şey… İtiraf’ta böyle değildi… Bu hikayede niye üst sınıftan yapmadım da burada yaptım? Arka planda da olsa bunun bir anlamı vardı. Aslında ikiyüzlülüğün burjuvaziye ait bir şey olmadığını, hatta burjuvaziden daha fazla işçi sınıfıyla, yoksullarla ilgili bir konunun, yani ikiyüzlülük dediğimiz şeyin ahlaki sorunların açlar arasında, yoksullar arasında daha fazla büyük bir mesele olduğuyla ilgili bir derdim var. Onu bana anlatma fırsatı veriyordu ve anlattım da zaten… Ama bu ön planda olan bir şey değil. Ön plandaki şey, insan doğası…
Ama bir hikayede bir kahraman yazıyorsanız, öyle ya da böyle bunu sınıfsal ve kültürel karşılığını falan bulmak zorundasınız. Çünkü insanlara bir şey gösteriyorsunuz. Bu, inandırıcı olmak zorunda… Bu, bazen bir burjuva hikâyesi olabiliyor, bazen de başka olabiliyor. C Blok filmi de böyledir mesela… En az 2-3 tane dediğiniz açıdan (burjuva sınıfından karakterlerin yer aldığı) filmim var. Kıskanmak bu konuda bayağı iyi bir örnek…
“Kor’da Yasujiro Ozu etkisi…”
Anne dayak yerken çocuğun onları izliyor olması ve adamdaki etkisi… O sahne ve bir iki durum Yasujiro Ozu’nun “Rüzgarda bir Kuş” -ki benim en sevdiğim yönetmenlerden biridir- 20 sene önce Japonya’ya gitmiştim; o çocuğun yer aldığı sahneden çok etkilenmiştim. Sahne de çok sert bir sahne olduğu için ve bir dışarıdan bakış getireceği için o sahneyi böyle bir etkiyle kullandım ve kaynak gösterdim.
“İnsanın dışında halledilen konular içlerinde o kadar da kolay halledilmiyor.”
Filmin sonu anlam olarak değil ama fizik olarak 2-3 kez değişti. Çıkmamış ilk kurguda Ziya zaten ölmüyordu, yüzü parçalanıyordu. Cemal, Ziya’yı ziyarete de gidiyor ve artık onun yüzü parçalanmış ve artık erkek olarak rakibi olmaktan, devreden çıkmış olmasını, bu ikiyüzlülük durumu içerisinde karısına ballandıra ballandıra ve biraz da üzülmüş gibi yaparak, bizim toplumun o gizli hainlik gibisinden… Çok etkileyici de bir sahneydi. Yazarken de beni heyecanlandırarak… Çünkü bu kötülüğü biliyorum… O anlatılan kötülüğü biliyorum. Bu ülkede o kötülükle büyüdüğüm için… Fakat filmin finaline dair ve ilk kurguda sorunlar çıktı ve bazı şeyler çok uzadı ve böyle de bitmiyordu. Buna benzer bir duyguyla ama başka türlü bir sahneyle bitiyordu. Bu yıkanma sonrası her şeyin başa dönmüş gibi sahnesi -kazanın hemen arkasında- 15 dk. falan önceydi. Finalde televizyon izlerken bitiyordu ve kız içeride ağlıyordu. Hastaymış duygusuyla hastaneden döndükten sonraki sahneydi o… O da içeride televizyon seyrediyordu ve bundan sonra bu hayat nasıl geçecek ikisi de için için bunun hesaplaşmalarını yapıyordu.
“İnsanın dışında halledilen konular içlerinde o kadar da kolay halledilmiyor.”
Bu yaşam biraz böyledir. Zaten bu filmi çekme amacım da oydu. Bu finali düşündükten sonra -çünkü çok zordu uygulamak- çünkü öbür türlü finale göre çekilmişti her şey… Uygulamak çok zordu ama yine de daha iyi olduğunu düşündüğüm için buna döndüm. Final olarak daha yumuşak ama bu bahsettiğim ahlaki sorunu yani bir ihaneti yutmanın gündelik hayatla yapılması gerçeğini daha trajik şekilde anlattığı için bunu koydum. Eğer gitmek isteyene dur derseniz ve gitmek istemeyi bir şerefsizlik olarak addetmezseniz, onu nasıl yutacağınızın bir yolunu bulmak zorundasınız. İşte gündelik ritüeller, yaşamla ilgili bazı gerçekler, -bu anlaşılır da bir şey-, insanlar birbirine mecbur; çok zor da bir hayat var şu bu… Ama insanın dışında halledilen konular, içlerinde o kadar da kolay halledilmiyor. Böyle günün birinde bizi yakalayacak mal bir hastalık gibi bekler -ki öfke aldatılmışlık duygusu ahlaki sorunlarımız böyledir-. Bunlarınki de öyle olacak; yani hayatları boyunca bir tür utançla bu görmemezlikten gelme durumunu daha çok becermeye çalışacaklar ve becerdikçe daha çok –ahlaki olarak- uzağa düşecekler ve böyle böyle gidecek…
Yani Türkiye toplumunu düşündüğümüz zaman bunun nasıl olacağını en az benim kadar herkes de bilebilir.
(Bu yazı ilk olarak 4 Aralık 2016 tarihinde magaradergisi.com sitesinde yayınlanmıştır.)
İlgili yazı: KOR, Volkan Durmaz https://www.volkandurmaz.com/sinemayazilari/kor/