Kış Uykusu
“Ben yaptığım filmin tam olarak ne üzerine olduğunun bile fazla anlaşılmasını istemem. Karmaşık, iç içe, bir konuyu açıklığa kavuşturmaktan çok,
meseleyi tersine daha da bulandırmayı seven biriyim.
Varsa bile böyle bir şey, bunun dokuz kat zar altına saklanmasını tercih ederim.”[1]
Nuri Bilge Ceylan
(Bu yazı 2 Temmuz 2014 tarihinde Mağara Dergisi’nde yayınlanmıştır.)
Genellikle sevdiğim filmler hakkında yazı yazarım. Bu sefer farklı olacak. Çünkü bu filmle ilgili film hakkında farkında olmadan oluşan bir mahalle baskısına da değinmek gerekiyor. Keza Kış Uykusu’na yönelik bir algı Cannes’daki adaylık sürecinden başlayarak ve bir çığ gibi büyüyerek üzerimize yaklaştı. Hedeflediği yere de ulaştı, koltuğuna oturdu. Bunda birilerinin de katkısı fazlasıyla oldu. Tüm bunlara rağmen filmde bazı detaylar beni rahatsız etse de filmin bütününde o rahatsız edici detayların kısmen kaybolduğunu da belirtmem gerekiyor.
(Başıma bi’ iş gelmeyecekse yazıya geçiyorum!)
Nuri Bilge Ceylan, Cannes’da kırmızı halıda kendisine gösterilen istikamette ve henüz galibiyeti netleşmemişken, kazanmış yada kazanacak olmanın verdiği gururla parlak takım elbisesi içinde yürürken, aklıma 9. Dubai Uluslararası Film Festivali’nde[2] Zeki Demirkubuz’un son filmi ‘Yeraltı’ ile En İyi Film ödülünü kazanması üzerine ödülünü aldığı gece geldi. Demirkubuz, ödülünü alırken üzerinde siyah beyaz Beşiktaş (Feda) tişörtü ve kot pantolonu ile ödülünü almak üzere sahneye çıkmıştı.[3] Neyse…
Türk Sinemasında 2000’li yıllardan sonra gözle görülür akımları kıyıya vuran küçük dalgalar gibi görmeye başladık. Bir dönem “gay lobisi” nin etkisiyle olsa gerek, “gay filmleri” ne yer verildi. Sonra “köy kökenli” filmler… Ardından engelli hikâyesi barındıran filmler… Elbette siyasi konjonktür gereği (özellikle Kürt sorunuyla alakalı) “etnisizm” konulu filmler geldi. Sonra da yönetmenler şehri terk ettiler ve “kasaba filmleri” patlak verdi (ve hala da bu tür filmler revaçta). Sonra da rahatsız edici derecede komedi furyası… Tabii komedi+kasaba filmi (Dondurmam Gaymak gibi)… Hepsinin toplamından ise şöyle hikayeler de çıkmadı değil: Köyde yaşıyor, gay, Kürt vs. (Güneşi Gördüm gibi)… “Kış Uykusu” da dahil, Ceylan’ın filmlerini “auteur sendromlu” kasaba filmleri kapsamında değerlendirmek mümkün.
Elbette Nuri Bilge Ceylan tam bir Türkiye sevdalısı. Cannes’da söylediği ‘yalnız ve güzel ülkem’ sözleri de bunun bir göstergesi… Onun filmlerinde ne Türkiye aleyhinde ne inançlar bazında bir art niyet göremezsiniz. (Bu inanç ve iktidar düşmanlarını da bir parça rahatsız etmiyor değil.) hiç kuşkusuz, Kış Uykusu’nun bu ödülü alması gurur verici. Bu gururu ben de bir Türkiyeli olarak hissettim. Ne de olsa uzun zaman sonra ilk kez bir Türk Yönetmenin filmi Cannes gibi önemli bir festivalin en önemli ödülünü alıyordu.[4]
Filmi merakla bekledim ve gittim. Film sonrasında filmle ilgili sorulan en zor soru ise: “Filmin konusu ne?” idi. Ama bu soruya cevap verilmesindeki zorluk da filmin başarısını ortaya koyması açısından belki bir gösterge diye düşünüyorum. En kısa tanımıyla filmin konusu; “bütün bu insanalar ve bu insanlık halleri…”
Son dönemlerde moda geldiği üzere sıkça kullanılan “insanın iç dünyasına yolculuk” söylemi Kış Uykusu için de “İnsan ruhuna iniyor ve onu irdeliyor” söylemiyle karşımıza çıkıyor. Yabancısı olduğumuz bir tanımlama değil. Ama bu cümleleri ilk kez duyan yeni ergenler ve beyaz Türkler de yok değil ve özellikle bu kesim filmin sarhoşluğu içindeler!
Ama kim ne derse desin hissettiklerimi de yazmalıydım. Hatta bir itirafta bulunayım; Zeki Demirkubuz’u içselleştirmiş (bizim gibi) sinema tutkunlarının ortak noktasıdır bu… Nuri Bilge Ceylan’a hep biraz mesafeli ve temkinli (ve biraz da eleştirel) yaklaşmışızdır. Çünkü ‘Demirkubuz uzun süre toprak sahalarda futbol oynamış, yıllar süren amatör küme serüveninden sonra yıldızı parlamıştır. Her nedense N. Bilge Ceylan büyük bir İstanbul kulübünün altyapısında yetişmiş’ izlenimi bırakır izleyicide…
Bazı filmlere “işkence danışmanlığı” yapmış bir yönetmen olarak Demirkubuz, acının içinden geçerek gelmiştir. Sinemasında da son derece disiplinli bir Yönetmen olmasıyla bilinir. Hesap vermez. Yeraltı filminde Sırrı Süreyya Önder’i oynatmasına rağmen filmde onun yer aldığı hiçbir sahneye yer vermemiştir.
Ceylan ise aksine modernitenin merkezinden yalnızlığı dile getirme gayretinde daha çok… 200 saatlik çekim yaptığı Kış Uykusu filmini 4 buçuk saate ve sonra tekrar ‘keserek’ 3 saat 16 dakikaya düşürmüştür.
Ben bu aşamada filmdeki bütünlüğün bozulduğunu düşünüyorum. Keza bunu izlerken de hissetmek mümkün… Ancak Ceylan, filmini kesip biçtikten sonra kontrolden çıkan diyalogların kontrolünü kaybedip teatral bir yapıya sürüklenen hikayesinin kurgusunu da kaybediyor. Film, 5 saat de sürse, bu edebi diyaloglarda, nehirde yuvarlanan bir elma gibi kaybolup gidecek ve “Çok uzun ama hiç sıkılmadım” diyecektik ama böyle bir yapımı 1 buçuk saatte ve sağlam bir kurguyla anlatmak da daha iyi olabilirdi.
Belki bunda, bunca süre diyalogsuz filmlere imza atan Ceylan’ın birden bire fazlasıyla diyalog ağırlıklı bir filme geçmesi de etkili olabilir.
Filme gelecek olursak; Nuri Bilge Ceylan’ın ‘en konuşkan filmi’ olan Kış Uykusu, karlar altında kışın bastırdığı zamanların Kapadokya’sında geçiyor…
Ürgüp’te babadan kalma Othello Hotel’i işleten; yerel bir gazeteye yazılar yazarken bir yandan da “Türk Tiyatrosunun Tarihi” konulu bir kitap hazırlama hayalleri kuran Aydın, eşinden boşandıktan sonra yanlarına yerleşen ve bitmek tükenmek bilmez can sıkıntısından âdeta hoşlanır olmuş sivri dilli kız kardeşi Necla ve Aydın’a duyduğu aşk çoktan bitmiş, hayal kırıklıklarından ve hayatının gittiği yönü görmekten kaçmak için kendini hayır işlerine vermiş hüzünlü karısı Nihâl…
Sezon kapanmış, kışın otelin geleni gideni yok… 1-2 Japon turist ve motosikleti ile gidemediğimiz yerlere gidebilen, zoru kucaklayan ve giderken ardından özlemle baktığımız gezgin bir genç dışında konaklayan kimsecikler yok.
Elde tek kalan, uzun bir kış uykusunda uzak ve yalnız olmak… O da kucağındaki insanlara, her şeyle yüzleşmek ve bütün bu hesaplaşmalar için bir fırsat vermiş.
Taşlar arasına sıkışıp kalmış karakterler, kendileriyle, vicdanlarıyla, ne olduklarıyla, ne olmak istedikleriyle, dürüst olmayan yanlarıyla hesaplaşıyorlar. Ortaya da insanın açmazları, alınganlıkları, karşısındakini “anlamama” çabası, küçük hesapları, aşkın bitiş hali ve kaçıp kurtulma arzuları, yüce gönüllülüğü ve bu yüce gönüllülüğünün karşısındaki insandan yaratabileceği tahribat, hayata ve kendimize dayanmak için uydurduğumuz meşguliyetler, dürüstlük sorgulamaları, “her şeyi bilirim” bencilliği, önyargılar, yaşlanmanın verdiği duygusallık, yalnızlık ve hatta yapayalnızlık çıkıyor.
Şüphesiz ki, Nuri Bilge Ceylan, “sıkılmakla ilgili bir filminde” sıkmadan anlatıyor. Bir otele kapanmış karakterler, sıkılıyorlar, anlaşılamıyorlar, anlamıyorlar ve kendilerini “sıkmadan” izleyiciye anlatıyorlar…
Bazen susarak bazen de konuşarak, karakterler çok şey söylüyorlar.
Aydın (Haluk Bilginer); Bir “çok bilen” profilinde bi’ adam. Aydın belki de çok bilmiş ve sürekli ahkam kesen “Türkiyeli Aydın” profilini anlatıyor bize… Yerel gazeteye zaman zaman yazı yazan bir eski tiyatrocu.
Nihal (Melisa Sözen) ise genç yaşta Aydın’ın entelektüel birikiminin etkisine kapılıp peşinden gitmiş. Parası var ama mutlu değil. Çünkü yalnız!
Nihal’in Aydın’a şu sözleri, sanki Türkiyeli aydınlara yönelik bir eleştiri gibi:
“iyi öğrenim görmüş, dürüst, adil bir insansın. Ancak yeri geldiğinde bu erdemlerinle insanları boğan, küçük düşüren, aşağılayan bir hava taşıyorsun!”
Necla (Demet Akbağ) da kocasından boşanmış, babadan miras kalma otelin pay sahibi de olması sebebiyle gelmiş abisi ve eşi Nihal ile yaşıyor.
“Sen acı çekmemek için, kendini kandırmayı tercih ediyorsun!”
Bir tarafta da Aydın Beyin kiracıları olan ve yaşadıkları bir olay yüzünden zaten zar zor döndürdükleri hayat çarkının altında kalmış İmam Hamdi ve ailesi var. Bu iki ailenin ilişkileri de filmin en önemli açılımlarından biri haline dönüşüyor. Aydın ve ailesi, düşüncelerini ve sorgulamalarını, sınıfsal eleştiri ekseninde zaman zaman imam Hamdi (Serhat Mustafa Kılıç) ve ailesi (kardeşi Nejat İşler) üzerinden yapıyorlar. (Çankaya’da oturan elitlerin, kapıcılarının yaşam tarzlarını ve tercihlerini sorgulaması gibi…)
Aydın’ı hırpalamak adına filmin ilk bölümünde bolca yer alan Necla, yerini ikinci bölümünde Aydın’ın karısı Nihal’e devredecektir.
Bunlara ek olarak; hayır kurumlarına yardım için çalışmalar içinde olan Aydın’ın eşi Nihal ile bolca zaman geçiren Levent öğretmen, Aydın’ın gene kendisi gibi yalnızlaşmış ve yaşını başını almış yakın dostu Suavi ve her işini takip eden ve güvenebileceği tek adam olarak gördüğü Hidayet var.
İmam Hamdi’nin başına bir şey gelme korkusuyla ve sadece özür dilemek için onca yolu tepip çamurlu ayakkabıları ve kokan ayakları ile Aydın’ın evine kadar gelmesi, Hamdi’nin bastığı yeri kokutmamak için bir mahcubiyet ve mecburiyet içinde kadın terliğini giymesi, Aydın’ın odasına dolan ayak kokusunu çıkarmak için pencereyi açması, aydın profili ile onun ötekileş(tiril)tirdiği muhafazakar kesimi gözler önüne sermesi bakımından müthiş.
Evine haciz gelmiş ve babası hırpalanmış bir çocuğun devleşmiş gururuyla kendisine zorla uzatılmış bir eli öpmemesi ve ardından yabani bir yılkı atının zorla dizginlenmeye çalışılması benzetmeleri keza…[5]
Sinema, gücünü en çok iyi bir filmde gösterir. İyi bir film nasıl ki bir seri katili haklı gösterebiliyor; bir kız kardeşin abisine duyduğu çarpık aşkı gözümüzün içine soka soka haklı bir sebebe dayandırıyor ise, Kış Uykusu’nda da üç karakter (Aydın, Nihal ve Necla) arasında onca geçen diyalogdan sonra aklım da bir “haklı” istiyor ister istemez ve soruyorum: “Eee sonra..!”
İşte cevapsız kalan bu sorum belki de filme kafamda olumsuz bir delilim! oluyor.
Kış Uykusu filmi sonunda Ceylan’ın’nin Rotterdam’da söylediği “Sinemayı korkularla yapıyorum. Bir sanatçının büyük bir yalnızlık hissettiği için ürettiğini düşünüyorum” sözleri aklıma geldi. Güzel bir film olmasının yanı sıra tedirgin bir hava da taşıyor sanki film. Ceylan sanki “Ya olmamışsa, ya bir şey atladıysam” benzeri bir endişe de taşıyor gibi ve bunu filmde hissediyordum.[6]
Nuri Bilge Ceylan, Kış Uykusu için 2 yüz saatlik çekim yapmış; sonra montaj masasına oturmuş ve 4 saat 50 dakikaya indirebilmiş. “Mümkün değil” demişler, bir daha oturmuş. 3 saat 16 dakika yapabilmiş ancak…[7]
Kış Uykusu filminde yemek sahnesi; gerek Yeraltı’nda Muharrem’in aralarında husumet olduğu Cevat ve arkadaşları ile yemekte buluşması, Kış Uykusu filminde ise Aydın’ın içten içe husumet beslediği Levent öğretmen ve Suavi ile yemekte buluşmasına çok benzemiş. Yeraltı’ndaki yemek sahnesinde Dostoyevski’den, Kış Uykusu’ndaki yemek sahnesinde ise Şekspir’den alıntı yapılması[8] ve bu alıntıların husumetvari karşılıklı sergilenmesi, bana ister istemez 2012 yılında çekilen Zeki Demirkubuz’un “Yeraltı” filminin malum yemek sahnesini[9] hatırlattı.
Kış Uykusu filminde benzer tartışmaların ve husumetin yer aldığı ve finalinde bir özlü sözle biten sahnenin Yeraltı filminde yer alan yemek sahnesini hatırlatmaması imkansız.
İçerik açısından bambaşka da olsa Yeraltı’ndaki yemek sahnesinin izleyicide bıraktığı etki bambaşkadır. [10]
Kış Uykusu hep gitmek isteyip de gidemeyenlerin hikayesi… Bu Çehov’da Moskova, Ceylan’da İstanbul olmuş.
Tüm bunların yanında Nuri Bilge Ceylan’ın Kış Uykusu filminde lezzet veren bir “dinginlik” var. Çünkü Nuri Bilge Ceylan, sıkıntısını kimi zaman bir elmanın yuvarlanışında, kimi zaman da bir yaprağın rüzgarda direnmesinde dile getiriyor. Kimi zaman, canı çıkmamış yaralı bir tavşanın debelenmesinde, kimi zaman vahşi bir yılkı atının direnmesinde.
Oyuncularının performansları da Haluk Bilginer, Ayberk Pekcan ve Melisa Sözen olmak üzere oldukça iyi… (Bazıları da çok iyi değil; normal)
Kimsenin kazanmadığı ve herkesin kaybettiği, “insanların türlü halleri hakkında” bir film niteliği taşıyor “Kış Uykusu”…
Bu bağlamda gündelik olana değil evrensel olana değinmeyi başarmış ve on yıllar sonra da izlenmeye değer bir film ortaya çıkmış Nuri Bilge Ceylan’dan… Ustalık filmi demek de doğru olur.
Filme giden izleyiciler arasında sıkça kıkırdayanları saymazsak, “Kış Uykusu” aslında hepimizin halleri…
[1] NBC Röportajı, Cansu Çamlıbel, Hürriyet, 19 Mayıs 2014. http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=26441686&tarih=2014-05-19
[2] http://dubaifilmfest.com/en/films/detail/yeralti/23355/2012
[3] “Zeki Demirkubuz’a Dubai’den ödül” http://www.ntvmsnbc.com/id/25406791/
[4] “Winter Sleep” http://www.festival-cannes.com/en/theDailyArticle/61171.html ve http://www.festival-cannes.com/en/archives/ficheFilm/id/100012204/year/2014.html
[5] Aydın’ın yabani bir atı zorla yakalattığı sahnede atın acı çektiği anlar, Reha Erdem’in “Şarkı Söyleyen Kadınlar” filmindeki atların acı çektiği sahneyi andırıyor.
[6] Rotterdam Kırmızı Lale Film Festivali’ndeki söyleşisi, 27 Mayıs 2014 http://www.youtube.com/watch?v=9i3EQeC7lyE
[7] Rotterdam Kırmızı Lale Film Festivali’ndeki söyleşisinden. Alin Taşçıyan. 27 Mayıs 2014 http://haber.stargazete.com/yazar/once-gicik-sonra-hayran-olurum/yazi-889892
[8] Shakespeare’den alıntı: “Krallığım küçük; ama kralı benim!”
[9] Yemek Sahnesi, Yeraltı, Z. Demirkubuz, 2012. http://www.youtube.com/watch?v=EUMIP_qR5rE
[10] “Hesaplaşma” Volkan Durmaz, http://www.magaradergisi.com/sanat/408-hesaplasma