Atlıkarınca
“Tabu olan her şeyle ilgili bir derdim var,
korkmak ve o örttüğümüz çukurlara bir gün kendimiz düşeceğimiz için
yönetmen olarak değil insan olarak bir şeyler yapmak istedim.”
İlksen Başarır
İnsanlar yaptıklarınızı unutur, hissettirdiklerinizi asla…
Gece çöktüğünde her gün çocuklar kadınlar dövülüyor, güçlüler güçsüzlere her şeyi yapıyor, tecavüzler oluyor. Bunu insanlar çocuklarına, kadınlarına yapıyorlar. Gücü gücü yetene her şeyi yapıyor. Karanlık çökünce ve kapıların arkasında… [1] Daha sonra en acı hikâyeler, susturan gerçeğimiz olup çıkıyor. Canınızı en çok yakanlar senelerce sofranızda oturuyor, aile denen o çember en karanlık sırlarla dolup taşıyor.
Oscar’a aday Mustang filmi hakkında biz yazı kaleme almayı düşünürken parmaklarım Atlıkarınca’yı yazdı. Bazı filmler vardır kaldırması, izlemesi zor ama bir o kadar gerçektir. Ve bazı gerçekler insanı paramparça eder. Mustang’i, gerçeklikten oldukça uzak, olduğundan farklı gösteren, taşıdığı kaygı, fark ettiği bir siyahlıktan öte bir siyahlığı yaratmak kaygısı olan art niyetli bir film olarak algıladım. Kendince bu ülkeyi dert edinen ama ülkeye yabancı bir yapımdı…
Oysa Sevgi’nin hikâyesi öyle değildi… Onun hikâyesi insanı paramparça etmeye yetiyordu…
Oyuncu Mert Fırat ve Yönetmen İlksen Başarır’ın senaryosunu birlikte kaleme aldıkları, yönetmenliğini yine İlksen Başarır’ın üstlendiği Atlıkarınca, 2010’da Altın Portakal Film Festivalindeki başarısıyla karşımıza çıkmıştı ancak film sinema tarihimizde -bana göre- hak ettiği değeri göremedi. Oysa Mert Fırat, Nergis Öztürk[2], Sema Ceyrekbaşı, Zeynep Oral ve Sercan Badur’un rol aldığı “Atlıkarınca” filmi, günümüzde de çokça şahit olduğumuz ve bahsinden bile imtina ettiğimiz ensest gibi toplumsal bir yarayı cesurca konu edindi. Bu sorunun hem ülkemizde hem de dünyada güncelliğini koruması, bu başarılı ve cesur yapımı hafızamızda canlı tutmaya yetti.
Atlıkarınca, klasik tabirle pisliği halının altına süpürmüyor; aksine bu sorunu bankacı bir anne ve şair bir babanın küçük bir eve sıkışmış olan dar ilişkilerinde gün yüzüne çıkarıyor.
O pisliği, uzun sessizliklerin, sıradan akşam yemeklerinin, felç olmuş bir büyükannenin, daktilo seslerinin arasına sıkışmış, cinsel ilişki sonrası içilen bir bardak buzlu suda, yolda çarpıp öldürülen köpeğin mezarında ve kapanmayan bir banyo kapısının ardında yakalıyor.
Tacizi göstermeyen, çocuğu arzu nesnesi yapmayan, ajite etmeyen, görsel açıdan seyirciyi rahatsız edecek tek bir sahnesi olmayan, magazin tuzağına düşmeyen bir film Atlıkarınca… Belki de başarısı biraz da bu hassasiyette; göstermeden anlatmasında gizli…
Ensest, aile kavramına dair bildiğimiz kavramları kökten sarsan, tanımlamak için herhangi bir sözcüğün bulunmadığı kapkara bir nokta… Halit Refiğ’in “Teyzem” filmini saymaz isek, “Atlıkarınca” için Türkiye’de ensesti konu edinen yegâne film diyebiliriz. Karşılaştığımız olaylar bir yana sanatta ortaya konan yapımların azlığına oran olarak şöyle bir baktığımızda şunu diyebiliyoruz ki, Türkiye’nin bu utancını yorganların altındaki sessizliklerden beyaz perdeye taşımak bi hayli zor olsa gerek. Eleştirel bir ensest filmi çekmenin, o tehlikeli sularda sonsuz bir tedirginlikle dolaşmak anlamına geldiğini kim tahmin etmez ki… Türkiye’de bilindiği ve görüldüğü üzere sorunlar önce saklanıyor, daha sonra aile içi fiziksel, psikolojik ve ekonomik şiddete dönüşüyor, dağlaşıyor ve taşlaşmış bir susma alışkanlığı halini alıyor.
Mert Fırat’a göre ensest bir hastalık değil tersine bilinçli bir tercih… Bir röportajında, “Bunlar tam da bizlerin vicdanını rahatlatmak için uydurulan kaçışlar. Her suç psikolojik temellidir. Hırsızlıktan, cinayete her suç için birçok gerekçe sunulabilir lakin suç suçtur. Hatta istismarcıyı hasta kabul ediyorsak, katili de bir cinnet anında gerçekleştirdiği suçtan muaf tutabiliriz o vakit” diyor…
Haklı çünkü tecavüzü, “tecavüzcüsü ile evlendirilme” gibi hastalıklı bir yöntemle gizliyoruz toplumumuzda…
Pedofiliyi ise, “o küçük kötü alışkanlık” olarak görüyoruz.
Bu ülkede kocası yurt dışında işçi olup kayınbabasından bebek doğuran kadınlar, bunu kabullenen kocalar, damat anaları babaları var. “Elalemden olsa daha mı iyiydi?” diyen damat anaları var. Böyle olunca da bundan doğan cinayetler, kendi suçunu değil sanki karşısındakinin ayıbını gizlemek üzerine inşa ediliyor.
Atlıkarınca, bir bayram sabahı izleyenin canını acıtan bir kurban kesme sahnesiyle başlıyor. Daha ilk dakikadan itibaren rahatsız etmeye, seyirciyi diken üzerinde oturtmaya başlıyor. Sonra Erdem’le (baba) karşılaşıyoruz… Çiğneyerek katır kutur buz yemesi, kan görmeye, kana dokunmaya dayanamaması, kurban kesmesine karşın kestiği kurban etini ve komşuların gönderdiklerini dahi evine sokmaması… Sıkışmış, kokuşmuş, sorunlu ve haddinden fazla davranış bozukluğuna şahit oluyoruz Erdem’de…
Çocuklarının alnına kurban kanı sürülmesinden hoşlanmıyor, onların derhal yıkanmasını istiyor. O esnada mutfakta işi olan anneleri Sevil, sadece alınlarının yıkanmasının yeterli olacağını söylüyor. Oysa Erdem, çocukların tamamen yıkanmalarını istiyor. Anne mutfakta işi olduğunu, çocukları yıkayamayacağını söylüyor ve iş Erdem’e! kalıyor. Erdem, çocuklarını yıkamak ve onların sadece yüzlerine bulaşan kanı temizlemekle kalmıyor, tüm vücutlarını yıkamak istiyor.
İlk bakışta şiddete karşı, çocuklarıyla ilgili, gerektiğinde ‘onları yıkayan’, ödevlerine yardım eden şefkatli bir babayla tanışıyoruz. Ama daha ilk sahnelerde babanın aşırı titiz, güvensiz ve kontrolcü olduğunu da görmeye başlıyoruz.
Sevil’in evdeki anne rolünün arkasında, kısılmış sesiyle daha ilgisiz ve duyarsız bir anne modeli görüyoruz… Mesleki hırsı ve sınıf atlama çabası olan Erdem, baskın olmaya ve iktidarını[3] evin içinde kurmaya çalışan biri iken, tek derdi ailesinin huzurunu devam ettirmek olan Sevil, “alttan alan” rolünde…
Zamanının çoğunu iyi bir yazar olma hayalinin peşinden koşarak geçiren Erdem ve eşi Sevil ile çocukları Edip ve Sevgi’nin küçük bir kasabada süren yaşamları, Sevil’in annesinin felç geçirmesi sonucu İstanbul’a taşınmalarıyla değişmeye başlar.
Erdem’in büyük hayalleri ve narsistik bazı özellikleri bulunduğunu, yaşadığı kasabadan kaçmak, büyük bir şair olmak, İstanbul’a taşınmak istediğini; ancak hayatın birçok yerinde başarısız bir duruşu olduğunu; balık tutmaya gidip eli boş dönmesinden ya da editörü ile yaptığı kısa konuşmadan anlayabiliyoruz. Bir akşam tüm aile televizyonun karşısına geçip Erdem’in şiir kitabı hakkında yapılan eleştiriyi izlerken eleştirmenin “kesinlikle evinizde bulunması gereken bir kitap ama yazarın olgunluk dönemini yansıttığını söyleyemeyiz” benzeri eleştirel sözleri, Erdem’in bozulması ve söverek televizyonu kapatmasıyla sonuçlanıyor.
Erdem’e tekrar dönecek olursak; kitabının ikinci baskısı için yayınevinin editöründen istediği ilgiyi göremeyen Erdem, editörle görüşmeye gittiğinde saatlerce bekletilip bir kaç yavan sözcükle sırtı sıvazlanır. Şiir kitabı bir türlü ikinci baskıyı yapamamakta, edebiyat eleştirmenlerince arzu ettiği övgüyü görememektedir.
Edip ve Sevgi…
Daha filmin başlarında küçük Edip’in, tahta atını kız kardeşine vermemesinin sebebinin, onu korumak istemesinden kaynaklandığını daha sonra anlıyoruz. Çünkü Edip tahta atına kendisi de binmiyor ve sonunda üzerine binmediği oyuncağını parçalıyor. Seneler sonra anlıyoruz ki o tahta at, bir anlamda suskunluğunun hediyesi, gizli ve kirli sırrının sırdaşı, rezaletin rüşveti…
Edip geceleri kardeşinin odasına gidip yerde yatıyor. Ona sığınıyor adeta. Aynı zamanda onu korumaya da çalışıyor…
Kapanmayan banyo kapısı…
Erdem kim bilir kaç gece o banyo kapısından Segi’yi izliyor, o banyo yaparken mi içeri giriyor bilemiyor, göremiyoruz ancak annenin iş seyahatine çıktığı bir gece Sevgi’yi taciz ettiğini Sevgi’nin olayı hatırlayıp banyoya gidip kusmasından, saçlarını kesmesinden, hayli dalgınlaşıp pazar günü okula gitmesinden, anneannenin tekerlekli sandalyesinde sessiz ve çaresiz açık banyo kapısına bakmasından, babasının Sevgi’ye aldığı müzik seti almasından (Edip’e alınan tahta at gibi bir özür, rüşvet yada sus payı) anlıyoruz.
Küçük oğulları Edip, yatılı okula gitmiş ve evden on yıl uzaklaşmıştır.
Sevgi’nin ani bir şekilde değişen tavırlarını, içine kapanmasını ve mutsuzluğunu bir gün fark eden annesi, evde yaşanan bazı olayları sorgular ve kapalı kapılar ardındaki karanlık sırrı keşfeder.
Söylenemeyenler ve çocuklukta açılan yaralar, suskunluklar bir bir çatlaktan sızmaya başlayınca oluşturduğu girdap da bütün aileyi paramparça etmeye yetecektir.
Sevgi’nin bir kuş yuvasına müdahale ederken annesi “yok o yumurta ellenmez, annesi ellendiğini anlarsa yumurtayı bırakır” derken Sevgi, annesi bilirse annesi de yuvayı terk eder korkusuyla acı sırrını annesinden gizlemeye karar verir. Kuş yuvası bir anlamda kutsal aileyi temsil etmektedir. Sevgi ise, -yumurta düşecek- derken aslında bir anlamda kendi düşüşünü ifade etmektedir.
Ama bir gün felçli anneannesine kitap okurken içindeki suçluluk, öfke, kızgınlık bir anda dudaklarından dökülür Sevgi’nin. O sayfalardan akan satırlar, sevginin acı dolu zihninden, sonra bir itiraf olarak dudaklarından ve gözyaşına boğulmuş gözbebeklerinden akmaya başlar…
“Salonun ortasında beyaz atlas kumaşla kaplı bir tabut… Tabutun dört bir yanı çelenklerle doluydu. Tabutun içinde çiçeklerle arasında beyaz tül giysileriyle mermerden yontulmuş gibi bembeyaz kollarını göğsünün üzerine kavuşturmuş bir kız çocuğu yatıyordu. Ama darmadağınık sapsarı saçları ıslaktı. Çiçeklerden yapılmış bir taç vardı başında. ciddi, artık sertleşmeye yüz tutmuş yüz çizgileri mermerden yontulmuş gibiydi ama rengi gitmiş dudaklarında donup kalmış hiçte çocuksu olmayan gülümsemede sonsuz bir hüzün, büyük bir yakınma vardı. Tanıyordu bu kızı; tek bir tasvir tek bir mum yoktu tabutun çevresinde. doğa da duymuyordu. Kendini suya atıp intihar etmişti bu kız. Daha on dört yaşındaydı ama paramparça bir yüreği vardı. Kendi kendini perişan etmiş, hakarete uğramış bir yürek. Bu tertemiz ruh hiç de hakkı olmayan bir utançla doğmuş, attığı son umutsuz çığlığı kimse duymamış, karanlık, ıslak bir gecede rüzgarın uğultuları arasında kaybolup gitmişti. Uyandı, yataktan kalktı, pencerenin önüne gitti. El yordamıyla sürgüyü buldu, pencereyi açtı, rüzgar amansızca saldırdı dapdaracık odaya. Kız hemen her seferinde yalvaran gözlerle bakıyordu ama adamın elleri durmuyordu. Kız kurtulmak istiyor ama işe yaramıyordu. Kız bunu hak edecek ne yaptığını anlamıyordu. Gördüğü babasının yüzüydü ama bunu ona yapan babası olamazdı.”
Sevgi’nin anneannesine okuduğu hikâye, sindirilemeyen, yutkundukça ekşiyen, ağıtlarda dağıtılan, zehirli bir merasim suyu gibi boğaza takılan bir düğüm, insanın içini saran, ruhunu sarsan bir kasvet olup akıyor. Hatta dilinin ucuna gelen o kelimeler gerisin geriye gitmeseydi neler daha anlatırdı dedirtiyor.
Sevgi’nin utancı ve yaşadığı suçluluk, saçlarını kesmesi, Pazar günü bile okula gitmesi, aklına yaşadığı olay geldiği zaman kusması; ama en dramatik olan; büyükannesine kitap okurken ettiği itiraf:
“Birbirimizi daha çok seveceğiz- dedi, utanıyorum ve annemin yüzüne bakamıyorum, ne yapayım anneanne kaçayım mı buradan?”
O en acı anlara Sevil, odanın kapısından şahit olmaktadır…
Erdem’in bir trafik kazasında! ölmesi, ailede başka sırların da ortaya çıkmasına neden olur. Artık hepsinin birbirlerinden sakladığı sırları ve son nefeslerine kadar unutamayacakları “travmaları” vardır. Küçük bir ailenin her üyesi hayatları boyunca tek başlarına taşımak zorunda kalacakları gerçeklerle baş başa kalırlar. Kendilerine bile itiraf edemedikleri bu sır nedir? O sır ki iki kardeş babalarını öldürme ya da yaralama hayalleri kuruyorlar. Sevgi “birbirimizi daha çok seveceğiz” diyen babasının eline kalemi saplamayı düşlerken, Edip de babası araba kullanırken babasının gözlerini elleriyle kapatmayı ve bu kirli sırlarla ailecek yok olmayı hayal eder.
Annenin babayı öldürmesi ile olay örgüsü bir nebze çözüme ulaşmış gibi görünse de o üç kişinin hayatının bir daha hiç “normal” olamayacağını bilmek çok daha vurucu.
Keza Sevil’in fark ettiği ve yüzleştiği gerçek, dayanılması çok zor bir öfke ile yoğun bir suçluluk getirdiği gibi, gelecekte mutlu bir evlilik, evde onu bekleyen iyi bir koca hikayesinin de sonu olacaktır.
Bir şey göstermeden bir şey anlatmak…
Yönetmen en acı sahneyi, rahatsız edici sahnelerin varlığına başvurmadan normal gitmeyen bir şeylerin olduğunu seyirciye hissettirmek adına enseste dair hiç birşey göstermeden izleyicinin kafasında büyük bir başarıyla oluşturuyor. Sadece ardından ışık vuran aralanmış bir banyo kapısı ve felçli anneannenin endişe ve hüzün dolu yüzünü izliyoruz. Sevil, kocasına “kapı kapanmıyo bi ara bak” derken bir problem var ama sen müdahale et diyor. Kapı problemin bütününü temsil ediyor ve en büyük ayıp o kapının ardında gizleniyor. İlksen Başarır, kimi görsel tercihlerle meselesini anlatmayı çok iyi beceriyor.
Filmin başında Sevgi ile Edip’in araba ile yolda çarptıkları köpeğin ölmesi bize Erdem’in ölme sahnesini hatırlatıyor. Keza Edip ile Sevgi köpeği nasıl ortada bırakmayıp gömdülerse, mezarına toprak değil kürekle bok atılası babaları Erdem’i de aynı şekilde gömdüler. Kirlettiler o bembeyaz kefeni…
Gene iki kardeşin, farklı zaman dilimlerinde birbirlerinin odasına gelip yatışı, yolda ezilen köpek ve finaldeki “kaza” ile aradaki benzerlik, baba-kızın “balık” tutmaya gidişleri, kızın finale doğru ayna önünde saçını kesişi, babanın cinsel ilişkiler sonrası su içişi ve daha nice incelikli ayrıntı öyküye “fazlaca hissettirmeden”, çok büyük katkı sağlıyorlar…
Mert Fırat’ın duyarlılığını beyaz perdeye büyük bir başarıyla taşımasına ve Nergis Öztürk’ün o hezeyan dolu anlarını çok etkileyici bir biçimde aktardığına şahitlik ettiğimiz “Atlıkarınca”, hele Sevgi’nin Anneannesine hikâyesini okurken birden anlatmaya başladığı yıkım dolu sahne ile sarsıldığımız o anlar yıllar geçse de hafızadan kolay kolay silinmiyor.
Yazmak mağaraya inmek gibidir. Derine indikçe, üzerini örttüğünüz acılarla, utançla, pişmanlıkla yüzleştikçe daha dokunaklı metinler ortaya çıkar. Finalde duyduğumuz şiir de Erdem’in psikolojisi ile ilgili sessiz sedasız çok şey anlatır bize:
“Benim kefenim mor, tabutum ucuz bir günah teknesi,
Göklerinde sevgimin utanç kanları,
Sevgi utancımın dibinde leşimin kalbine tükürüyor
Ter kokan mezarımda
Sapsarı yük kadının yüzü
Kızılca kıyamet sevginin nefret rengi
Gözleri ölgün ağlamıyor
Yüksünmüyor dahası.
Öpüyorum alnını yaralarından
İniltim sıvazlıyor bedenini
Sevgi paramparça”[4]
Evet… Ve sonunda “Sevgi paramparça” dır…
Bu ülkede öz çocuklarına tecavüz eden babalar, bundan ötürü evliliklerini yıkan kadınlar, kocasının tecavüz ettiği öz kızını kıskanıp evden kovan analar da yok değil. Ve en kötüsü yaşadıkları travmadan sonra hayatları kararan çocuklar az değil.
Atlıkarınca’ya baktığınızda hissettiğiniz, sadece midenize yediğiniz küçük bir yumruk gibi görünse de, daha da acı olan o gerçeği görmemek mümkün mü? O felç olan anneanne, sessizliğine düşkün felçli bir toplumdan öte ne ki!
O da tıpkı bizler gibi… Ekran başında ya da yanı başında görüyor, duyuyor ama hiç bir şey yapmıyor, yapamıyor…
[1] Giriş Paragrafı “Yeraltı” Volkan Durmaz, Mağara Dergisi, 30 Nisan 2012.
[2] Nergis Öztürk, “Kıskanmak”, “Gişe Memuru” ve “Yeraltı” ndan sonra “Atlıkarınca” da da kuşağının önemli oyuncularından biri olduğunu ispatlıyor.
[3] Bu arada Yönetmen mesajını aslında filmde büyük başarıyla şifreliyor da… Mesele, biraz da Erdem’in iktidar hırsına bürünüp isminin aksine erdemli olamama, erdemine yenik düşmesi haliydi. Çıkartmaya çalıştığı o şiir kitabı çok önemli onun için mesela. Belki de o zavallı kızın trajedisi üzerinden büyük bir başarı sağlayacak. Bkz.: Roman Polanski vakası… “Roman Polanski’nin küçük yaşta tecavüz ettiği “kız” hayatını yazdı” Posted by Erel Eryurek, 26 Temmuz 2013, BLOG, CUTNEWS http://www.cut-online.com/2013/07/26/roman-polanskinin-kucuk-yasta-tecavuz-ettigi-kiz-hayatini-yazdi/
[4] Şair Nilüfer ÖZÇELİK’e ait şiir.