Acı Çekmek, Bir Sevme Halidir…
“Bunuel, en büyük filmlerini en sert filmlerini,
franco dönemlerinde yapmıştır”
Zeki Demirkubuz
(Bu yazı ilk defa 30 Ağustos 2012 tarihinde Mağara Dergisi’nde yayınlanmıştır. )
(Yazıdaki cümle düşüklükleri yazım veya anlatım hatası değildir. Zeki Demirkubuz’un anlatım şeklinden ve konudan konuya ani geçişinden kaynaklanmaktadır. Anlatım akışındaki ani geçişlere dokunulmamıştır.)
Dünyanın en saygın gazetesi olarak bilinen Le Monde’un tirajı tüm dünyada 100-150 bindir ve bu onun saygınlığına gölge düşürmemiş aksine en saygın gazete seçilmiştir. Ben, Zeki Demirkubuz filmlerini de böyle görüyorum. Demirkubuz filmlerinin gişe satışlarının 50 bini geçmemesi de onun müthiş sinemasını alçaltmıyor. Zaten o da böyle bir kaygı taşımıyor! Zeki Demirkubuz sinemasının ana özelliği, söylemi pek klasikleştiği üzere ‘insanın iç dünyasına’ inmesidir. Bu öyle kolay bir şey olmadığı gibi bunu anlamak, yorumlamak ve üstüne üstlük anlatmak bambaşka bir beceri gerektirir. Edebiyatta Dostoyevski, Camus ve Kafka, felsefede Nietzsche ne ise sinemada da Zeki Demirkubuz odur.
Zeki Demirkubuz’un filmleri kadar hayata ve olaylara bakışını, insanı ve onun iç dünyayı yorumlayışını sadece filmlerinden değil onun cümlelerinden de öğrenmek, “doğruyu arayan” insanoğlu için de bir ışıklı yol niteliğinde bana göre… Bu sebeple bence bu yazı bir kaynak niteliğindedir.
Ben de onun ifadelerinden oluşturduğum bu redakteyi derleyerek, başta sinemadan siyasete, egodan futbola, müzikten edebiyata kısacası insana dair bir çok konuda başlıklar oluşturdum. Bu sayede Zeki Demirkubuz’u merak edenler hem onu daha iyi tanımış hem de hayata dair sorunları daha iyi yorumlamış olacaklardır.
Kendinin öğretmeni, Demirkubuz
“Kendi kendisinin hocası olan insanlar vardır. Zeki Demirkubuz bu sınıfa girenlerden. Tabii ki yanında çalıştığı ustaları olmuş ama çizgisine ve üretimine bakınca, onlardan ‘nasıl yapılmayacağını öğrenmiş’ demek daha doğru olur”(1)
İşportacılıktan sinemaya…
“Çocukken aklımda sinema yoktu. Ortaokulu bitirene kadar Isparta’daydım. 10 yıl asistanlık yaptım. Bu sürede de sinemayla derdim olmadı. 1986’da ilk kez film setine girdim tesadüfen (Zeki Öktem’le). Aslında yazar olmak istiyordum. Öyküler yazıyordum. Tesadüfler sonucu Zeki abiyle tanıştık. Tek bildiğim filmi “DÜŞMAN” dı. Abi-kardeş ilişkimiz oluştu. Yeni içerden çıkmıştım o senelerde. Yaklaşık 1 sene sonraydı. Bana ‘sen içerden mi çıktın?’ dedi. Beni sinemaya sokmak istedi. İşportacılık yapıyordum o dönemde İstanbul’da… Biraz da zamanın koşulları yüzünden daha çok Anadolu’ya gitmek zorunda kalıyordum. Tahtakale’den ne bulursam onu satıyordum. Genelde Anadolu’da…
“Oyunculara işkence danışmanlığı yaptım”
Beni korumak için beni asistanlık işine kanalize etti. İlk bağım 86’da işkenceyi konu alan ‘SES’ diye bir film yaptı. O filmin setine ısrarla götürdü beni. Oyunculara işkence danışmanlığı gibi birşey yaptırdı bana… Ülkemiz bu yanlarıyla da özgün bir ülke ve bu yanlarını seviyorum ve biraz hoşuma da gidiyor. Sonra sinema ve sinemacılardan pek hoşlanmadım. Arada Kemal Sunal filmi çekerdi. Çok çalışkan biriydim. Sokak çocuğu olmanın getirdiği şeylerle sanırım… Hiç ‘yönetmen olayım’ diye düşünmedim. Sadece ekmek parası peşindeydim.
“Yönetmenliğe MASUMİYET filmi ile başladım”
Yönetmenliği ilk telaffuz etmem şöyle oldu: 92 yada 93’dü… Türkiye’de emek sorunu korkunçtur. Yönetmen ve yapımcılarla sürekli kavga eden biriydim. Hep verici oldum. En sonunda –bu herifler film çekiyorsa ben de çekerim- dedim. Sinemayla gerçek anlamıyla tanışmam “Masumiyet” filminin bana getirdiği sorumluluklarla oldu. Yönetmenliğe masumiyet filmi ile başladım diyebilirim.
“Anladığım şey, anladığı şey değil. İnsanı belirsizlik korkutuyor”
12 Eylül… Ben hiçbir zaman zede olmadım. 12 Eylülü bırakalım… 16 yaşında ilk defa sezgilerimle, kişiliği ile onları yaşamak zorunda kalan bir çocuk olarak şunu düşünüyordum. Bir taraftan ağır işkence görürken bir taraftan da şunu düşünüyordum: ‘Arkasına devleti almış, 5-6 tane belinde silah olan adam, benim gözlerimi bağlamışlar, ellerimi kelepçelemişler, bana burada her şeyi yapıyorlar, yapabilirler. Tecavüz bile edebilirler ki inanılmaz şeyler oldu. Her şey biliniyor artık… O zaman sezgilerimle ve daha sonra aklımla sorguladığım zaman, bunda anlaşılmayacak birşey yoktu, bu ülkede sürekli yaşanan bir şey… Gece çöktüğünde her gün çocuklar kadınlar dövülüyor, güçlüler güçsüzlere her şeyi yapıyor, tecavüzler oluyor. Bunu insanlar çocuklarına yapıyorlar, kadınlarına yapıyorlar. Gücü gücü yetene her şeyi yapıyor. Karanlık çökünce ve kapıların arkasında… Buna maruz kalmış insanın sonrasında önüne iki tane seçenek gelir: Ya bunu öne çıkararak buradan bir varoluşu tercih eder, ya ‘ben işkence mağduruyum, ben zedeyim, ben şuyum’… Bu anlaşılır bir şeydir. Ama bazı insanlar da şunu böyle yapabilir -ki ben onlardanım- bunda benim aklımın alamayacağı hiç birşey yok! Yani biraz önce bahsettiğim gibi… Arkasına devleti almış, beline silahı koymuş bir grup polis, bir insanın elini kelepçeleyerek, gözünü bağlayarak her şeyi yapabilir. Bu benim irademi aşan bir şeydir. Bu benim fiziğimi yaralayabilir ki yaraladı. Bu benim bir sürü şeyimi etkileyebilir. Zamanımı elimden alabilir. Ama böyle şeyler-mesela ihanete uğrayabilirsiniz- karınız, sevgiliniz size ihanet edebilir, bunu ruhunuzda, bu akıl süzgecinden geçirip ruhunuzda ne kadar bunun bir parçası olduğunuzla ilişkin bir durum çıkar ortaya. Dolayısıyla ben daha çocuk yaştaydım o zaman. 16 yaşındaydım. Liseyi okumadım ben. 12 Eylül olmuştu ama ben 12 Eylülden önce de girip çıkıyordum. Özellikle ilk çıktığım günlerde şöyle birşey oluyordu; o zaman doğal olarak arabalar azdı ve evin önüne bir araba geldiğinde bakıyorduk almaya mı geldiler diye ve annemle ikimiz ayrı ayrı birbirimize göstermeden aşağı sokağa bakıyorduk. Şimdi bu korkular, benim farkım şu; ben bunu hiçbir zaman üstlenmedim. Bu ülkede yaşamak zorunda olduğum birçok zorluğun bir parçası olarak ele aldım çünkü Nietzsche sayesinde şunu biliyorum ki, “Anladığım şey, anladığı şey değil. İnsanı belirsizlik korkutuyor.”
“Cuntalar, bu ülkede cuntacıların sorun olduğu kadar toplumun ahlaki de bir sorundur”
İşkence yapılmak, 12 Eylül, bütün o olup bitenlerin hepsinde benim aklımın almadığı birşey yok. Dolayısıyla ben bu konuyu hiçbir zaman böyle kendini birinci sorun olarak ifade etmenin bir aracı olarak görmedim. Aksine, hep şunu yapmaya çalıştım, hiç bunları yaşamamış, hiç işkence görmemiş biri olarak ve yaşadığım diğer, ben ortaokulda dayak yemeğe başladım. Ben ilk falakayı ortaokulda MC hükümeti sırasında sivil öğretmenlerden gördüm. Baya ciddi falakadan bahsediyorum. Klasik polisin yaptığı falaka… Bu ülkede yakın meseleleri anlayacaksak -ki anlamak zorundayız- meseleleri kendimizi gözden kaçırmadan yapmak durumundayız. 12 Eylül de öyle… Bu ülkede 12 Eylül 3. Darbe… Yani 60, 12 Mart ve 12 Eylül… 3 darbe olmuş. Bundan önceki dönemde de sürekli askeri cuntaların ve askeri vesayetin altında yönetilmiş bir ülke bu… 12 Eylül’e bu açıdan baktığımız zaman çok anlaşılmayacak yada Kenan Evren’in, Tahsin Şahinkaya’nın anlaşılmamasında çok şaşılacak birşey olduğunu düşünmüyorum. Kaldı ki bu konuyu şöyle toparlayabiliriz, evet, bir ülkede cuntalar, cuntayı yapanların sorunu olabilir. Onlar yaptığına göre onların sorunu. 2 kişi yada toplumlar arasında olduğu gibi, ben en az cuntacılar kadar bu toplumun ahlaki bir sorunu olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle de 12 Eylül meselesini anlamaya çalışırken, 12 Eylül’ü yapanlara karşı koca bir toplumun nerde durduğu, nasıl durduğu, komşularının çocuklarının öldürülmesine, işkence görmesine göz yuman insanları gözden kaçırarak bu meseleyi anlatamayız. Elbette ki Kenan Evren’in yargılanması iyi bir şeydir.
Ben, bugüne kadar ilk kez tek oy kullandım referandumda sırasında “EVET”… Bu, kapıların açılabilesi için bazı hesapların sorulabilmesi için… Bu ayrı birşey ama meseleyi anlarken bu, Yahudilerin bütün günahlarını bir keçinin sırtına yükleyip de Sîna Çölüne gönderip günahlarından kurtulma ritüelleri gibi, birilerinin sırtına 12 Eylül’ü yükleyip meseleyi bitiremeyiz. Bu meselenin çok daha büyük bir mesele olduğunu düşünüyorum.
“Yarın kimse kurtulmayacak”
Dostoyevski, “Kurtuluş eylem yoluyla değil acı çekme yoluyla gelecektir” demiştir. Bu böyle söylendiği zaman pek birşey ifade etmez. Çok değişik bir gençlik var artık Türkiye’de. Meseleleri çok basit bir yerden ve çok anlık bir yerden sorgulayıp -ki benim çok hoşuma gidiyorlar- yani insanın böyle bir kendine gelmesini sağlıyorlar. Hatta bunlara ‘lümpen’ gençlik diyebiliriz. Ben çok seviyorum pek çok şeyin aksine… Onlar mesela şöyle diyebilirler: ‘o zaman biz doğduğumuzdan beri acı çekiyoruz; o zaman niye kurtulmuyoruz’ diye… Birincisi kurtuluşun ne olduğunu bi bilmemiz lazım… İnsanlık şöyle bir umut taşıyorsa -ki bu bir refleks haline getirildi- hep yarından birşey bekliyor ama yarın ne olacaksa onu kendisi de bilmiyor; sürekli şikayet ve başkalarının kötülüğünü açıklama üzerinden böyle birşey gelişti. O yüzden yarın birşey olmayacak! önce bunu şey yapalım bir defa! yarın kimse kurtulmayacak. Yarın bu ülkeye sosyalizm gelse de kimse kurtulmayacak, şeriat gelse de kimse kurtulmayacak! Bunların hepsi geldi zaten. Zamanında geldi yani… Sovyetler Birliği tarihi var, İslam tarihi var ortada… Orada Kerbelâ var. Öbür tarafta “Kronstadt” (2) var. Dolayısıyla öyle bir kurtuluş yok. Dostoyevski’nin bana göre bütün bu vaatlerden çok daha gerçekçi bir vaat olan bu ‘kurtuluşun acı yoluyla geleceği’ vaadi ile insanın özgürleşmesinden bahsediyor. Yani kurtuluş dışa dönük birşey değildir. Hiçbir zaman insanlığı birilerin gelip de kurtardığı görülmemiştir. Bunlar, evet çok büyük bir derdin pençesine düşeriz, çok vicdansız bir kralın, çok vicdansız bir hükümetin… Bir süre sonra o geçer. Yaşam böyle bir şeydir. Burada Dostoyevski’nin söylemeye çalıştığı, benim de bütün kalbimle inandığım kurtuluş, aslında bütün bu kurtuluş arayışına dışa dönük değil kendimize dönük olarak ve bakarak, kendimizin kim olduğunu, kaç para ettiğini sorgulayarak, neden yaşadığımızı ve ne olmak istediğimizi ve asil bir varlık olmak istediğimizi bilmemizle ilgili bişey…
“İnsan olma haysiyeti ideolojiler üstü başka bir şeydir”
Çok sert ve provokatif bir örnek olduğu için vereceğim; biraz önce bahsettiğimiz o işkenceler sırasında 1’inci Şubede, şu gözümle gördüm, bir sürü isim de sayabilirim hatta o çocukların isimlerini de hatırlıyorum… O bahsettiğim, devleti arkasına almış beli silahlı bir yığın polis, tek bir çocuğun iradesi karşısında ne yapacaklarını bilmez hale geliyorlardı. Tek bir devrimci genç… 20 yaşında, 25 yaşında… İnsanın işkenceye karşı gösterdiği irade karşısında ne yapacaklarını bilmez hale geliyordu. Ben, polislerden bir gün şöyle birşey duymuştum; koridorda bekletirken gözlerimiz bağlı içerde bir seans vardı, bir tane çocuğu aldılar, kim olduğunu bilmiyorum ve çocuk hemen çözüldü! Polis 2 tane de tokat attı çocuğa! dedi ki “lan arkadaşın iki aydır çözülmüyor, sen iki tokatla çözüldün” dedi. Şimdi arkadaşına duyduğu saygıya bakın, o çözülmeyene işkence yapan poliste bile yaratılan saygınlığa bakın! Yani gücün, terörün kötü olan her şeyin tek bir insanın iradesi karşısında nasıl çözülebileceğinin kanıtı bunlar… İnsanlık hikayeleri bunlarla dolu… Yani has insanın hikayesi öyle soyut bir hikaye değil… Che Guavera’nın hikayesi çok soyut bir hikaye değil. Deniz Gezmiş’in idamdan önce gösterdiği tavır! 21 yaşında genç bir çocuğun koskoca devletin iradesini çökerttiği anlamında bir tavır değil mi? Çünkü önüne konan pişmanlık kağıdını imzalasa, hayatını kurtarabilecekti. Şimdi bu güç nereden gelior? Yani Deniz Gezmiş’in o kağıdı imzalamama gücü nereden geliyor? Bunu sorguladığımızda, O zaman kurtuluşun eylem yoluyla değil, acı çekme yoluyla -kaldı ki tırnak içinde söylüyorum ben süreli kurtuluşların eylem yoluyla geleceğine de inanıyorum- ama Dostoyevski’nin bahsettiği nihai kurtuluştan bahsediyoruz burada… Bunu bir gün açıklamayı başardığımız zaman, bu, koskoca bir devletin iradesinin, 21 yaşında bir çocuğun iradesi karşısında çöküşünü anladığımız zaman ve biz o çocuğu soyutlamadığımız zaman -yani Deniz Gezmiş yada bütün onurlu insanlardan bahsedeyim- yani bunu şey gibi de anlamayalım, yani İslamcıların içinden de çıkıyor böyle insanlar, devrimcilerden de… Bu insan olma haysiyeti zaten ideolojiler üstü başka bir şeydir. Bunu sorgulayıp bu çocuğu kendimizden uzaklaştırmayıp, yabancılaştırmayıp kahramanlaştırarak soyutlaştırmadan bu konuya baktığımız zaman ve bunun bizdeki karşılıklarını bulup bunu gösterme cesareti bulduğumuz zaman, işte Dostoyevski’nin dediği kurtuluş gerçekleşmiş oluyor!
“Dostoyevski ile aramdaki benzerlikler”
Kahramanlara inanan yada kahramanları olan biri değilim. Dostoyevski ile tanışmam da bir tesadüf… Ben içeriye girene kadar hiç doğru düzgün kitap okumadım; zaten bütün ilkokul ve ortaokul hayatım boyunca tek bir kere bile parmak kaldıran bir öğrenci de değildim. Sınıfı geçemezdim. Okul üstüme kalmış… Okumak, çalışmak, üstüme kalmış bir öğrenciydim. Olaylar oldu, eylem dünyasına girmemin bir sebebi de bu olabilir; zaten 16 yaş öyle insanın tercihleri olabileceği bir yaş değil. Orda tabi bir zaman var. Üstelik belirsiz bir zaman… Yani idamla yargılanıyorsun ne zaman çıkacağın belli değil, dava açılmamış, büyük bir belirsizlik var, yarın öbür gün insanlar öldürülebilir falan, her gün geçmek zorunda ama… Sabah uyandığın zaman ömrünü geçirilecek 30-40 m2 birşey var… (3) İdareyle aramızın iyi olduğu zamanlar, kitaplar alınıyordu. Doğal olarak da siyasi kitaplar alınmadığı için romanlar klasikler falan alınıyordu. Bir kaç tane abi, beni çok sevdikleri için ben dışarıdaki gibi orada da koğuşun hatta cezaevinin belki en küçüğüydüm. Âsi bir çocuk duygusuyla hep, ağabeyler bana hep tavsiyelerde bulunur, hep beni hizaya getirmeye çalışırlar ama çok da severlerdi. Biraz onların gayretiyle biraz da bu can sıkıntısı şeyiyle hayatımda ilk kez kitap okudum orada… Bir şeyler okumaya başladım, bir süre sonra beni sarmaya başladı. Önce Suç ve Ceza’yı arkasından da Ecinniler’i(4) okuduğum zaman şöyle bir duyguya kapıldım. Dışarıdan durumuma ve durumumuza baktığınız zaman çok trajik. Korkunç birşey yaşıyoruz. Ben hiçbir zaman öyle birşey yaşamadım ama… Bayağı eğlenceliydi benim için! Şimdi orada bir sürü arkadaşlarımız, sabahlara kadar işkenceler konuşulurdu, o olurdu, bu olurdu bu iki romanı okuduğumda(5)… Benim yalnızlığım da belki o gün başlamıştır; bir anda bütün o yaşadıklarım, bütün o arkadaşlarımın anlattıkları, ağabeylerimin ne yaşadıklarımız konusunda, anlattıkları konusunda her şey çökmeye başladı. Ve şöyle bir şey giderek uyanmaya başladı: “Türk olmayan, Rus, üstelik Ortodoks Hristiyan, Rus milliyetçisi, 150 yıl önce yaşamış bir adam, 150 yıl önce, 150 yıl sonra benim ve bir sürü arkadaşımın yaşadıklarını anlatıyordu.” Özellikle Ecinniler romanı, bazı örgüt içi hikâyeleri sanki birebir anlatıyordu. Ben buna çok şaşırmıştım. Gerçekten çok şaşırmıştım. Raskolnikov’un (6) derdi, yani tam bizi anlatıyordu.
“Raskolnikov’un hikayesinin bizim hikayemiz olduğunu fark ettim”
Şöyle ki; “Hiçbir işe yaramayan, dünyanın parazitleri olan bir yığın zengin var; bunların fazla fazla yemekleri ve paraları var, bunları alalım, bizim gibi yoksul, önünde daha fazla zaman olan gençlik insanlara verelim.” Mesele budur! Buraya kadar her şey çok mantıklı… Ama, suçu işlediğin andan sonrası yada bütün bu yaşananların bütün, bu eylemlerin üzerimizde bizi bir insan olarak nereye götüreceği çok muğlaktır. Şimdi bunu görüce Raskolnikov’un hikayesinin bizim hikayemiz olduğunu fark ettim. Elbette ki siyasi konumlanma, direnişler yada cezaevinde ödenilen bedeller konusunda değil -ki o konular yüzünde değil, gururum yüzünden bile orada olmayı seçmiştim- ama düşünce, muhakeme gücü ve vicdan olarak benim ilk ayrılışım oradan başladı ve bir süre sonra yavaş yavaş başka bir kanala, başka bir dünyaya, belki beni Yönetmenliğin kapısına getiren şey, o oldu; o iki roman sebep oldu.
“Dostoyevski, Nietzsche`ye ilham kaynağı olmuş akıl dışı bir adamdır. Ona göre, iki kere iki beş eder. Eğer iki kere iki dört ediyorsa zaten insanlık için konuşmaya değer hiçbir şey yoktur.”(7)
“Gerçeğe çok benzeyen, katlanılması zor olanlardır”
Filmlerimde dikkat çeken kapıların hiçbir anlamı yok.(8) Kapılar, benim gibi film yapmayı, hakları yaratıcı özgürlükleri değil de sorumlulukları, yapacağı şey kadar neyi yapmayacağı konusuyla film çeken birisi olarak zaten çok az olanak var elimde. Zaten ben bugün bir sürü sinemacının bir sürü sanatçının kullandığı şeyleri kullanamıyorum; yani bunlardan gönüllü olarak zaten feragat etmiş biriyim. Dolayısıyla bu ‘sıkıcı’ filmleri, bu gerçeğe çok benzeyen, katlanılması güç filmleri yaparken seyircinin dikkatini diri tutmak için gerçeklik duygusunu yitirmeyecek trüklere ihtiyacım var. Bu televizyon olabiliyor, kapı olabiliyor, buna benzer şeyler olabiliyor. Bu bir gözlem… Kendiliğinden açılan kapı bir gerilim yarattığı için, kurgu bozucu bir yanı olduğu için ben bunu aldım. “Bununla şunu anlatayım, bu şunu anlatıyor” diye bir mantıkla kullanmadım, bu da çok ilgi çekti. Oysa bu filmleri izleyen arkadaşlar, bana ve filmlere hak ettiğinden fazla anlam yüklemeden düz, basit ve gerçekçi bir şekilde izleseler, evlerinde ve Türkiye’deki kapıların çok büyük bir bölümünün bozuk olduğu gerçeğini fark edeceklerdir (sifonlar ve kapılar Türkiye’de bozuktur hep).
Futbolun filmini yapsam adı “Hayat” olurdu
Bütün suçlarına, günahlarına, kabahatlerine rağmen bence futbol olgusundaki en masum kitle hâlâ taraftarlardır. Diyelim ki bunlar çok kötü adamlar ama en kötüsünden bedel ödedikleri, göze aldıkları bir şey var. Bilet alıyorlar, işini bırakıp, saatlerini harcayıp, stata gelip, o yağmurun altında saatlerce bağırıp, eve gidip, yenildiyse günlerce acı çekiyorlar. Hiç olmazsa böyle bir bedel ödüyorlar. Televizyonda federasyon yöneticilerini, kulüp yöneticilerini hatta futbolcuların çok ciddi bir bölümünü izliyorum, onlara da bakıyorum onların da yüzünde bir duygu, bir acı arıyorum. Hiçbir şey yok. Hayatın hiçbir alanında, hiçbir şeyin yöneticisi bile olamayacak adamlar gayet önemli kariyerlere sahipler. En günahkâr futbol seyircisinin bile bana göre böyle masum bir yanı var. (9) Türkiye’de sadece futbolda değil pek çok konuda neredeyse, kötülüğün alçaklığın iki yüzlülüğün riyakârlığın kabullenilmiş bir hale gelmesi yüzünden şike davasını ve bütün bunları doğru buluyorum fakat bir koşulla; bütün bu olup bitenlerin ve soruşturmaların Türkiye’nin adalet geçmişine, Türkiye’nin bu tip konularda ve soruşturmalardaki tarihine bakınca nereye gidebileceğini ve bir takım güçlerin eninde sonunda böyle davaları nasıl manipüle ettiklerini iyi bilen birisi olarak nereye gideceği ve bunların sonucunda kimlerin, bütün işlerin tersine çevrilmesine dair bir korku taşıyorum. Soruşturulsun. Çünkü, futboldaki adalet duygusu, bir ülkenin adli davalarındaki adalet duygusundan bile daha yüksek bir beklenti ile olup biter.
“Senaryosunu 10 yılda yazdığım filmim var”
Filmlerimde oyuncular senaryoya birebir sadıktır. Doğaçlamaya çok istisna yer veriyorum. Bunun nedeni şu; ilk filmimi (10) pek saymıyorum özellikle onun diyalog yazımını hiç başarılı bulmadığım için zaten oradaki başarısızlık yüzünden sonraki filmlerde bu konuda daha fazla titizlendim. Senaryolarımı çok uzun sürede yazıyorum. 10 yılı filan bulanlar var içlerinde. Özellikle son aşamaya da gelince ‘aa senaryo bitti hadi filmi çekeyim’ de demiyorum. Yaklaşık 1-2yıl daha bütün diyaloglarını yüzlerce kez elden geçiriyorum. Bütün o sözlerin lafların ağızda oturup oturmaması konusunda bazen evde gece deli gibi kendi kendime yani dile oturuyor mu, oturmuyor mu? Yani bütün bunları yaptıktan sonra ortaya çıkardığım için genellikle bir sorun olmuyor. Ama bir kişilik gösterisine girmeden her zaman iyi birşey öneren ve bunu bana gösteren bir oyuncuya her zaman açığım tabi.
“Filmlerimde insanlara eğlenme vadetmiyorum”
Ben filmlerimi vizyona sokarken, filmlerim hakkında konuşurken, insanlara eğlenme yada başka şeyler vadetmiyorum. Bütün dürüstlüğüm ve içtenliğimle söylüyorum ki, benim filmlerinden böyle şeyler uman insanlar, eğlenmek, hoşça vakit geçirmek isteyen insanlar gelmesinler, izlemesinler. Bu işin başından beri hiçbir zaman kendimi kamusal bir kişilik olarak sunmadım, burada da sunmuyorum. Kendini beğendirmek, kendini bu toplumun bir misyoner yada eğlence dertlerinin –ben bu konuda son derece kibirli biriyim ve bunu çok önemsiyorum-… Hadi acımasızlık etmeyelim kendime, gururlu diyelim. Çünkü ben sinemanın şöyle bir şey olduğuna inanıyorum. Doğrusunu söylemek gerekirse, ben sinemanın –bir yönetmen açısından söylüyorum- kendi başına hiçbir değer taşımadığını, hiçbir özel yanının olmadığını, bir filmde olması gereken şeyin de o filmi yapanın da nasıl bir kişiliğe nasıl bir şahsiyete sahipse onun bir uzantısı gibi olması gerektiğini düşünüyorum. Dolayısıyla kendi kişiliğini, kendi şahsiyetini yaptığı işten –bu hiç önemli değil. Sinema önemli değil; ben çok basit ilişkilere de böyle bakıyorum. Sinemaya burada özel bir anlam yüklemiyorum. Ben böyle bir insan olduğum için böyle filmler ortaya çıkıyor.
Filmlerimi yaparken “kaç kişi izliyor” yada “para kazanıyor muyum” a bakmam!
Bizim her türlü geleneğimizde bizim hayat bilgimizde, bizim ahlak anlayışımızda, “olduğun gibi görün, göründüğün gibi ol” diye bir laf yok mudur? İnsan ilişkilerinde bunun tersini yapan insanlar kınanıp aşağılanmaz mı? Şimdi ben sıkıcı bir adamım. Sıkıcı bulunabilirim. Ben kendini beğenmiş biri de olabilirim. Ama az önce bahsettiğim gibi düşünüp kendi şahsiyetim ve kişiliğim gibi bir film ortaya çıkartıp bunu sunuyorsam ve yalan söylemiyorsam ve her geçen yıl bu ülkede bu konunun her geçen gün insanların kişiliğinden yönetmenlerin kişiliğinden soyutlanarak sanki bambaşka bir şeymiş gibi sinema yada sanat ele alınıp bir tür böyle pazarlama stratejisinin bir nesnesi muamelesi görülüyorken, böyle yapan biri neden batıyor ki insanlara? Bence batmasın! Yani bu o kadar önemli bir şey değil. Ben hak ediyor olabilirim böyle şeyleri ama bunun muhatabı olamam! Şundan olamam, söylüyorum: İzlemesinler… Ben filmimin afişini, fragmanını bile yaparken, o kadar dikkatli davranıyorum ki; yada kırk yılda bir yaptığım bir röportajda yanlış anlaşılmayım, yalancı durumuna düşmeyim yada filmde olmayan birşey vadetmeyim diye o kadar hassas davranıyorum ki! Böyle bir ahlaklı davranışın -ki bunlar en basit bir şekilde ahlaklı bir davranıştır bu- böyle bir ahlaklı davranışın böyle algılanıp böyle görülmesini de ben çok sorunlu buluyorum.
Filmlerimde “kaç kişi izliyor?” ve “para kazanıyor muyum?” a bakmam için kendimi inkar etmem gerekiyor. Bunlara bakamam. Bırakalım bunları, bir filmi yazarken bende şu beceri bile yok. Hiçbir filmimi gündüz yazmıyorum mesela. Hepsini gece yazıyorum. Ve bir gerçek bulup, o filmi yapma arzusu uyandıran bir mesele bulup ne pahasına olursa olsun onu takip etmeye çalışıyorum. Zaten bu dediğinizi yapmaya kalktığınız zaman biraz önce bahsettiğim o şahsiyetsiz, insanın kişiliğinden bağımsızlaşmış, başka bir şey haline gelmiş olabilirim. Bunu yapabilecek bir gururum yok benim. Bunu yaptığım zaman zaten bir film yapma nedeni benim için bitmiştir. Şunun için bitmiştir; ben oldukça zeki ve becerikli bir adadım. Eğer para yada başarı yada başka şeyler ise, bunu maneviyat sorunu olmayan bambaşka bir alanda fazlasıyla yapabilirim ben bunu… Bu alanda da yapabilirim. Mesela sinemayı bırakırım, dizi çekerim. Ama insanlara manevi anlamda yada bir duygu yada yaşama dair bir şey vaat ettiğim bir filmde bunu yapmak bir defa korkunç birşey. İnsanın kendine yaptığı büyük bir haksızlık… Bu bir tercihtir. Bunu anlayabiliyorum. Hani bu arada bunu yapanlara da bir gider yapmak için söylemiyorum; ben bunları söylediğimi ifade etmek için söylüyorum.
“Saçlarımı uzattığım için bir sürü başıma gelmeyen şey kalmadı”
Her insan kendi korkuları, kendi beklentileri, kendine biçtiği şeylere göre tepkiler verir hayatta… Bu hiçbir zaman bir başkasına hakarete, bir başkasına kırıcılığa, bir başkasına bir kötülük halinde ortaya çıkmasına, bunlara saygı duymak zorundayız. Bazı konularda ta çocukluğumdan beri özel hassasiyetlerim var. Ben okulda çok dayak yedim kıyafet konusunda. Saçlarım ve kıyafetim yüzünden inanılmaz dayaklar yedim. Hayatın laboratuvarı olduğu ve iyi gözlemler yapmamı sağladığı için örnekler veriyorum; 6-7 ay boyunca her gün sabahtan akşama kadar subayların önünde düğme iliklememe yüzünden aylarca dayak yemiş işkence görmüş biriyim. Saçlarımı uzattığım için bir sürü başıma gelmeyen şey kalmadı.
“İçe kapanık, Sovyetik kılıklı bir adamım”
“Yazgı”, Dostoyevski kitaplarını okumamdan sonra bir kavram ve bir insanlık meselesi olarak aklıma yerleşmiş olgulardan bir tanesidir. Kızım olursa ismini yazgı koyacağım dedim. Ondan tek istediğim birşey var; ne yaparsa yapsın hayatta, ne yaparsa yapsın, beni delirtecek şeyler bile yapsın, ama şahsiyetli ve ne yaptığını bilir birisi olsun. Ben, bana kötülük edende, bana düşmanlık eden insanlarda bile aradığım tek şey var, bu yaptığının şahsiyetli bir şekilde yapılması ve kızsam da nefret bile etsem dış duygularımla içimde bir saygı uyandırması… Bu kendi hayatımı gerçekleştirirken, kendi varlığımı gerçekleştirirken de çok dikkat ettiğim bir şey. Hiç kimsenin beni sevmesine filan ihtiyacım yok. Saygı duyulsun, isterse bunu nefret ederek yapsın, bu nedenle kızımdan da tek beklentim bu. Bunun dışında dünyanın bir baba için en kabul edilemez, en utanç verici en kötü şeylerini bile yaşasa, hep yanında olmaya karar verdim. Onu sevmem için az önce söylediğim gibi bile birisi olsa, şahsiyetli ve kişilikli bir insan olması gerekir.
“En sonunda mütevazılıkten başka bir çare bulamıyor insan”
Beninin peşinden bu kadar koşup yıllar yılı egoyla bu kadar haşır neşir olunca, sonra mütevazilikten başka bir çare bulamıyor insan. Aslında bu kadar mütevazi değilim. Yakından tanıyan bir sürü insan da ne kadar kibirli ve kendini beğenmiş biri olduğumu da düşünür. Yani öyle demelerini de anlarım…
“Film diye gizlice müzik dinletiyorlar”
Türkiye’de algılara o kadar müdahale edilmiş ki, düşünsel anlamda öyle bir anlamda bir ilişki tipi kodlar üzerinde yaratılmış ki bu beni bayağı muzdarip ediyor. Mesela müzik hakkında birşey söylüyorsunuz, müziği inkâr ediyormuşum gibi okunuyor bir anda… Hatta bazı müzisyenler bana küsüyorlar. Sinemada müzik de ışık gibi senaryo gibi bir sürü ögeden bir tanesidir. Ve bunun yine diğerleri gibi nasıl bir ahlakla nasıl bir şekilde kullanıldığı meselesi de çok önemlidir. Bir sahne yazmışsın, çekememişsin sahneyi, ne yaptığını bilmiyorsun, oyuncuları kanalize edememişsin, mizansen kuramamışsın, üzerine daya bir tane dramatik müzik, izlet! Bugün bu dizileri halkın bu kadar izlemesinin formülü bu değil mi? Mesela şunu söyleyebilirim, filmlerimin yavaş olduğunu söylüyorlar, bu dizilere bakın bu açıdan çok daha yavaşlar. Hikâyeleri de benim filmlerimden çok çok farklı değil aslında… Ama dayıyor adam müziği, aslında gizlice müzik dinletiyor. Böyle olunca sinema yapmanın bir anlamı kalmıyor.
“Mecbur kalmadıkça müzik kullanmıyorum”
Bir film yapmanın amacı şudur: bir duygu yaratmak. Yaşama dair bir duyumsama oluşturabilmektir. Bunu kriter olarak alırsanız buna uygun davranmak zorundasınız. O zaman, zaten dramatik müzik kullanmazsınız. Ne kullanırsınız, tematik müzik kullanırsınız. Yani izleyiciye doğrudan müdahale etmeyen, görünen sahneyi görüntünün planının duygusunun dışında kendi başına bir anlam oluşturmayan bir hale gelir o… benim bütün derdim bu yoksa çok arada da olsa ben de kullanıyorum müzik. Ama mecbur kalmadıkça da kullanmıyorum. Beni film yapmaya iten en temel dürtü ortaya bir mesele koyabilmek ve biraz önce dediğim gibi bir hayat duygusu yaratabilmek…
“Özgürlük duygusu benim hayatımın temel amacı…”
Türkiye’nin bugünkü ortamında kendimi özgür hissediyorum. İşkence edilen insanın direnerek gösterebileceği iradenin neleri çökertebileceğinden bahsetmiştik. Ben konuya öyle bakıyorum. Özgürlük duygusu benim hayatımın temel amacı. Bu asla dışa dönük, yani bir ülkenin yönetim sistemi, rejimi ile ilgili bir konu değil. Bu, benimle ilgili bir konu… Diğerinin önemi ise şurada; siz bir şey yaparsınız, bu yasaklanır filan…
“Bunuel, en büyük filmlerini en sert filmlerini Franco dönemlerinde yapmıştır”
Şimdi otosansür konusu benim için hiçbir mesele değil çünkü otosansür tamamen kişin cesaretiyle ilgili bir konu. Korkak bir adamsanız her konuda otosansür yaparsınız. Burada da yaparsınız bunu, ailenizde de yaparsınız, sokakta da yaparsınız. Otosansür meselesi bir başka konu. Diğer sansüre gelince, evet şunun hakkını vermek lazım, teknik anlamda bu ülke hiçbir zaman eskisi gibi değil artık. Yani bu konularda çok büyük bir yol katedildi. Kimse kimseye öyle eskisi gibi devlet yada birileri polisle uğraşmıyor. En azından uğraşsa bile bu baş edilebilir düzeyde. Yani arkasına alabileceği şeyler var; o da bir güç gösterebilir bunu göze alırsa… Burada benim durumum yalnız biraz daha özel; belki birkaç arkadaşla birlikte diyebilirim. Ben zaten sürekli sansüre uğruyorum. Yani medya tarafından sansüre uğruyorum. Hıncal Uluç’un beklentileri yada falancanın beklentileri yada halkın beklentileri konusunda zaten “sansür” diyebileceğimiz bir şeyle ben hep uğraşıyorum. Hayatım boyunca da uğraşacağım. Yani bu ülke çok daha özgür bile olsa bu, bu şekilde devam edecek. Dolayısıyla ben bu ülkede film yapma meselesinde bu tür konuların birinci konular olduğuna inanmıyorum keza geçmişte de öyle olduğuna inanmıyorum çünkü Bunuel, en büyük filmlerini en sert filmlerini Franco dönemlerinde yapmıştır. Keza Yunanistan’da bir çok devrimci sinemacı yapmıştır.
“Bir mesele anlatmak isteyen adam ne yapar yapar bunun yolunu bulur”
Daha yeni ve güzel bir örnek verelim, İran Sineması… Bir mesele anlatmak isteyen adam ne yapar yapar bunun yolunu bulur. Bu yönetmen bir vatandaş olarak elbette daha hukuki daha özgür olabilmesi için mücadele etmesi açısından bir önemi vardır. Baskılara sansüre, o tip şeylerin karşısında olmaya… Ama bir yönetmenin bu konuyu yada bir sanatçının bu konuyu çok fazla ele alması, her şeyi buna endeksli bir biçimde ele alması bunun ben başka nedenleri olabileceğini yani o kişinin becerisi, o kişinin arzusuyla ilgili… Bunları söylerken aklımın bir ucunda olan film “Seperation” du (Ayrılık). (11) İnanılmaz beğendim. Benim son 20 yıldır seyrettiğim en büyük ve bende en çok yer eden filmdi. Buyurun işte; İranlı bir vatandaş, İran’da çok basit bir hikâyeyle, yani bir babanın asla dile getirilemeyecek, zor dile getirilebilecek duygu ve açmazlarıyla ilgili bir film işte… Yani şimdi bunu da bana sinema yapmakla ilgili sürekli dışsal bahaneler süren insanlar da bana bunu açıklasınlar! Öyle yada böyle bu film özellikle de genç sinemacılar için bugünkü ideolojik bir hale gelmiş, kriterleri çok somut şeylere bağlanmış sinemada, üzerinde çok düşünülesi gereken, hem yapımı, hem içeriği açısından çok düşünülmesi gereken bir film. O filmi söyleyerek bütün bu sorunu aslında cevaplamış oluruz.
“Kağıdı kalemi elime aldığım zaman hiç kimseyi tanımam”
Filmlerin ruhuna, filmlerin temasına baktığımız zaman bütün meseleyi kadınların yarattığını bütün nedenlerin kadınlarda olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Bunları yazarken bir erkek olarak elbette bir takım duygularım, bir takım korkularım, alışkanlıklarım belki sirayet ediyor olabilir. Ama kağıdı kalemi elime aldığım zaman hiç kimseyi tanımam erkek yada kadın, o, bu diye…
“Bir ülkenin gerçeği her gün yada her yıl bu kadar hızlı değişemez”
Gündelik ve basit olaylar dâhil eskisine göre en temel fark şu galiba; internetten tutun da kitle iletişim araçlarının yani bilginin akışkanlığındaki o inanılmaz hızın yarattığı nörotik bir durum olduğunu düşünüyorum birincisi… Bir defa bir ülkenin gerçeği her gün yada her yıl bu kadar hızlı değişemez. Değişen yada değişmiş gibi görünen şeyler elbette var ama bunların meselenin şekli olduğunu düşünüyorum. Yani binalar gibi… 70’lerin evlerini düşünün, 80’de yeni teknolojiler geliyor, o evlerin boyaları vs değişiyor; 90’larda 2.000’de camlar çıkıyor bambaşka… Bir bakıyorsunuz ev aynı ev ama o 70’lerdeki basit şey gitmiş yerine bambaşka birşey gelmiş. Yani bu bir yanılsama. Dolayısıyla Türkiye’deki temel içerik hiçbir zaman değişmiyor. Sadece insanın doğasındaki bazı özellikleri yüzünden sürekli göz ardı ediliyor, manipüle ediliyor ve Türk toplumu da bu durumu ‘en azından şimdilik’ seviyor.
Oysa bir ülkenin değişip değişmediğini anlamak için çok temelde ve daha basit şeylere bakmak lazım. Mesela; bu ülkede işverenlerle işçiler arasındaki ilişki değişiyor mu? Bu ülkede insanların -beklentileri açısından söylüyorum bunu- hak hukuk adalet kavramlarına dair yeni bir şey var mı? Bir açıdan baktığımız zaman, evet… Bu ülkede özellikle 1980’lerden özellikle 90’lardan sonra neredeyse sol örgütlerin yaptığı hemen hemen hiçbir terör olayı yok. Yani sol örgütler özellikle radikal devrimciler, hemen hemen hiç birşey yapmıyor. Banka soyulmuyor artık bu ülkede, adam vurulmuyor… Ama bir bakıyoruz, cezaevlerinde sadece demokratik gerekçelerle yada çok basit gerekçelerle inanılmaz şekilde sosyalist öğrenciler yatıyor. 12 Eylül’de bile olmamış uzun tutukluluk süreleri itibariyle… Şimdi bir ülkenin değişmesi için sadece iktidara gelen siyasi düşüncenin muhatapları yada oy verenlerine değil; yada o düşünceye göre değil. Hak-hukuk duygusu yada anayasa kriterlerine göre bütün vatandaşlara uygulandığı zaman bir ülkenin adalet duygusu ve hukuk hakkında yeni bir şey yapılmış olur. Bu alanda böyle değil. İşsizlerin hayatına nasıl bir şey geldi bu ülkede? Bütün bunları ard arda toparladığımız zaman, evet gündem olarak iyi şeyler oldu, kötü şeyler oldu diyebiliriz. Ben burada herkesi aşağı yukarı anlayabilirim. Ama hakiki bir sorgulamadan geçtikten sonra ben bu ülkede çok fazla birşey değişmedi. Ha nasıl değişebilir? Çok fazla soyut birşey konuşmadan, hem kişisel beklentimi hem bir vatandaş beklentimi ifade etmiş olurum, şunlar değişebilir: gerçek bir anayasa yapılır, sadece biz şunu düzenledik, bunu düzenledik demekle kalmaz, denetim şeklinin nasıl oluşacağına dair her türlü önlem alınır, her türlü şeyi yapılır ve toplumsal olarak buna bir sadakat yemini edilir. Ama bunun yapılabilmesi için her şeyden önce bu yeni anayasanın herkesin beklentisine uygun bir şekilde yapılabilmesi gerekiyor. Bunun dışında eğer bunlar yada bu tip şeyler yapılmazsa, birkaç sene içerisinde temeldeki sorunlar değişmeyeceği için ezenlerle ezilenler arasındaki ilişki, işverenlerle ezilenler arasındaki ilişki, yönetenlerle yönetilenler arasındaki ilişki, bunlar değişmeyeceği için birkaç sene sonra kendini dışarıda hisseden insan gene dışarıda hissetmeye devam edecek. Yine bu ülkeye gerçek nedenlerle değil, ya şovenist, ya milliyetçi, başka nedenlerle sahip çıkacak. Ama bir zaman gerçekte burası benim ülkem, bu ülke beni koruyor, bu ülke bana kendini yuva gibi hissettiriyor deyip iyi hissetmesi hiçbir zaman söz konusu olamayacak. Bu ülkenin artık gündemler, şunlarla bunlarla değil, öncelikle bu toplumun sonrasında da bu toplumu yöneten insanların, eğer tarihte bu ülkeye bir iyilik yapmak istiyorlarsa ve kalıcı olmak istiyorlarsa yapabilecekleri en büyük iyilik, bu yüzleşme ve bu hakikatin ortaya çıkmasına yardım etmedir. Yoksa yalanla, gündelik olaylarla bir ülke geleneği çok eskiden beri olan bir gelenek.
“Kendimin zaman zaman ağırlığının altında ezilen biriyim”
Normalde insan gibi görünebilirim ama gerçekten sert biriyim. Özellikle kendine karşı… Kendimin zaman zaman ağırlığının altında ezilen biriyim. Sonuçta benim de bir ‘ben’ im var. Bu son derece provokatif bir şey. Dolayısıyla zaman zaman çok yoruluyorum. Bu kadar sovyetik olmak, bu kadar köy imamı duygusuyla herkesin şöyle uzaktan baktığı… ben de bir sürü şeyi en az, bu her gün vaktini Tweeter’da geçiren insanlar kadar aslında ben de merak ediyorum. Sadece az önce bahsettiğim gibi bir insan olmam yüzünden, ha bazen şunu da söyleyebilirim, bazı şeyleri o kadar çok yapmak istiyorum yada o kadar çok özlem duyuyorum ki, ama biraz önce bahsettiğim kişilik yüzünden böyle kendi kendime terör bile uyguluyorum. Bu da hayatta insan olmanın bir parçası… Geçenlerde o medenice cesareti sonunda gösterebildim ‘dur’ dedim ya ‘ne bu kibir, ne bu kendini beğenmişlik’ J dedim ve öyle bir girdim, açıkçası bazen ilginç eğlenceli geliyor, bazen uyuz oluyorum, ‘dur ya bu işi bana göre değil ben burda çekileyim’ diyorum, gerçi bu bugüne kadar yaşadığım sorunlardan bağımsız değil.
“Özne olma durumu gündelik hayatta çok böyle katlanılabilir bir durum değil”
Mesela bu televizyona çıkıp çıkmama konusu da böyle gerçi ilk başta söyleyecektim ama sırası gelmişken söyleyeyim, burada şunu da ifade edeyim ben bu tv’ye çıkmama konusunu yada medyaya çıkmama konusunu çok böyle şey birisi olduğum için değil bir nedenden dolayı bunu yapıyorum: birincisi, özne olma durumu gündelik hayatta çok böyle katlanılabilir bir durum değil. İşaret edildiğim zaman bende böyle bir kaçma ve çekinme duygusu geliyor bende bunu sevmiyorum. Yoksa şu konuşmada görüldüğü gibi ben düşüncelerini son derece önemseyen hatta bunların içinden doğru ve öze olanlarını şehvetle açıklamayı arzulayan biri olarak benim medyada gözükmemem, televizyonlara çıkmamam aslında saçmalık. Kaldı ki her gün çıkmam lazım! Söz hakkı verildikçe ve o mikrofon tutuldukça çıkmam lazım. Fakat ben bir şeyin içeriği kadar üslubunun da şeklinin de çok hassas bir biçimde önemli olduğuna inanan biriyim. Bu şekil ve üslup konusunda gördüklerim, hoşlanmadığım şeylerin bir parçası olmamak için böyle bir tutum alıyorum. Tweeter yada sosyal medya da bunun bir parçası. Bunlar biraz medenileşmek, biraz sosyalleşmek için de bir adım atmak lazım. Zaman zaman itilip kakılmaya izin vermek lazım. İdeolojik bir biçimde algılanmadıktan sonra bunun hoşuma gittiğini de söyleyebilirim.
“Acı çekme bir sevme halidir”
Acı çekme bir sevme halidir. Bu böyle olunca kendi varlığımızı daha çok hissediyoruz. Rahatlık daha az hissi olan bir şeydir. O yüzden sorunlarla varlığımızı ruhumuzu hissimizi daha çok hissediyoruz galiba…
“Biz nereye gidiyoruz?”
“Bu ülkede en sahipsiz, en ötekileştirilmiş kesim sosyalistlerdir.”
Bu da bir yere gitmiyor. Ben bunların bir kurgu olduğunu düşünüyorum. Dürüst ve açık sözlü konuşmak gerekirse ve bunu o yargıçlara hakimlere iktidardakilere sorun, bunu elbette kamuoyu önünde başka süslü hak hukuk gibi şeylerle süsleyecekler bunu ama kendi gündelik hayatlarında birbirleriyle olan sohbetlerinde bildiklerinden çok başka bir bilgiyi onlar da biliyorlar. Bu onların da suçu değil. İnsanın doğası bu… İnsanın ufku bu kadarlık bir hayat yaratmaya müsait aslında… Her günün geçebilmesi için bu günün bütün kurumlarının, devletin polisinin işini yapabilmesi için savcının işini yapabilmesi için bu toplumun kendini korkularından arındırabilmesi için her gün kurbanlara ihtiyaç var. Ben yada bu çocuklar… Hiç fark etmiyor. Bu kurban seçilmiştir. Özellikle burada bir otorite var. Bir devlet var. Bu otoritenin her gün gerçekten kurbanlara ihtiyacı var ve bu ülkede en sahipsiz, en ötekileştirilmiş kesim sosyalistlerdir. Özellikle de sosyalist öğrenciler… Kürtler bile böyle değildir artık. Artık Kürtlerin bile arkasında bir güç vardır, sorun o noktaya geldiği zaman silahla yada başka türlü haklarını koruyabilmektedir. Ama sosyalist öğrencileri başta bu halk olmak üzere herkes soyutlamıştır. Dolayısıyla bugün otorite sahiplerinin güçlerini gösterebilmek ve varlıklarını hissettirebilmek için en kolay yapabilecekleri şey bu çocukları cezalandırmaktır. Bu 50’lerde de böyleydi,70’lerde de böyleydi, daha geçen gün Denizlerin asılmasının yıldönümüydü, 80’lerde de böyleydi, 90’larda da böyle… Ülkedeki bu gelenek bilmiyorum daha ne kadar devam edecek ama bu ülkede otorite hep devrimci gençlik üzerinden, hep sosyalist gençlik üzerinden kurulur. Çünkü sahipsiz olan onlardır, adı şeye çıkmış olan onlardır, dolayısıyla bir kurgu bu… O hep ötekidir. Kökü dışarda bir şeymiş gibi algılanırlar ve hep gerçekten sahipsizdirler çünkü bugün Türkiye bazı açılardan elbette eskisi gibi değil. Onu bunu tutuklamak elbette eskisi kadar kolay değil ama bazı konularda büyük değişiklikler de oldu tabi… Ben 80’leri de çok iyi hatırlıyorum. Ama buradaki ölçü şu; otorite ve iktidar… Otorite ve iktidarın kurbanı olmak yada onun karşısında bir engel teşkil etmek… Ölçü budur. Bu her zaman böyleydi. 12 Eylül’ün de ölçüsü buydu aslında…
“İnsana acıyı belirsizlik veriyor”
Ben kendi adıma söylersem, öyle bir kişilik ve öyle bir insan olmak yüzünden, sahip olduğum kişisel özellikler yüzünden aslında çok ağır şeyler yaşamama rağmen o kadar zorlanmadım; bunun ölçüsünü de şuradan bakıyorum, böyle olayların kıyıcılığının yada o insandaki karşılığı açısından söylüyorum bunları, ölçüsü, ruhunda ne bırakıp bırakmadığıyla anlaşılabilir. Ben baktığımız zaman başka belirsizliklerin başka çok daha hafif belki insanların hiç önemsemeyeceği şeylerin benim ruhumda daha büyük yaralar açtığını yada daha büyük belirsizliklere sebep olduğunu düşünüyorum. Mesela 7 yaşımda belli durumlarda çektiğim acıyı hatırlıyorum ama o dönemde çektiğim bu açları hatırlamıyorum. Ebette annem, kardeşlerim yada başka arkadaşlarım için acı çekiyorsunuz… Acı belirsizlikten geliyor çünkü… Bu, bugünün insanı anlama, bugünün insanı tanımlama şekli, bilgisi ve ahlakıyla hiç karşılığı ve yeri olan şeyler değil. Çok acayip şeyler. Bizim ülkemiz son derece dindar, son derece kendini maneviyat vb değerlerle ifade eden bir ülke olmasına rağmen akli olanın bu ölçülere gelmesi beni çok şaşırtıyor. Ama insanın acısı, insana gerçeği verdikten sonra insana neyi yaşadığını söyledikten sonra yada neyin mahkumu olduktan sonra bence insanın acısı bu bahsettiğimiz anlamda hiç kalmaz. İnsana acıyı belirsizlik veriyor. Dolayısıyla böyle düşünen biri olarak bunların neden kaynaklandığı üzerine bütün ömrüm geçti neredeyse… Bu belirsizliği öne çıkardıkça ortalıkta bize gösterilen yada işte böyle olduğu söylenen nedenler azalmaya başlıyor. Ve siz daha ötede daha karanlık bir yerde aramaya başlıyorsunuz bunun nedenlerini… Tabi bunu hem kendi sezgilerinizle hem duygularınızla yapıyorsunuz. Bir taraftan da bu dertlere sahip olmuş, bunları anlatmış ruh dostlukları kurduğunuz insanlar var “Camus” gibi, “Dostoyevski” gibi, “Nietche” gibi… Bu yolculuğun doğasında da insan doğası çıkıyor karşınıza. Yani bir belirsizlikten kurtulmak isterken daha büyük bir belirsizliğe… Ettiğimi cümleler, çektiğim filmler hep bunu anlama çabası olduğu için ve bilinebilirliği hala çok az olduğu için insanın hikayesinde ve serüvenindeki bu fiziksel gelişmeler gibi olmadığı gibi orası aksine baktıkça daha büyük bir karanlığa doğru gömüldüğü için elbette şaşkınlık bir yanıyla… Ama bir yanıyla da işte o belirsizlik duygusu…
“Ben muğlak bir adamım”
Ortaya biraz emek verilip biraz irade talep, sorgulama talep eden bir mesele attığınız zaman ortaya, insanların doğal olarak kafası karışıyor. Çünkü ‘insan o konformist niteliğinden dolayı çoklu dürtülere sahip olmasına ve bölünmüş bir kişilik olmasına rağmen hep kendini homojen ve tek tanımlı ifade etmeye yatkın bir varlıktır’. Dolayısıyla siz tanımadığı bir insan olarak karşısına çıktığınız zaman o muğlaklığı, o ‘ne bu’ sorusunu bir an önce cevabını verip sizi yerinize koymak ister yani insanın yeni bir şey karşısındaki en temel dürtüsü budur. Zaten bu bir güdüdür. Mesela; o bir sürü insanın küçümsediği muhafazakarlığın altındaki temel dürtü budur çünkü dışarıdan gelen yabancı olan her zaman şüphelidir. Bu nedenden dolayı kendini iyi hissettiği bildiği alanlar oluşturur. Bunun adıdır zaten muhafazakarlık. Aslında zaman içinde bir saldırı haline gelmiştir belki gücü kazandıkça ama özü itibariyle budur. Zayıfken de önlemdir. Bu dürtü de insanın doğasında olan, hem kişisel doğasında hem de bir araya geldikten sonraki toplumsal doğasında olan bir dürtüdür. Böyle olunca da sizin bir an önce adınızı koymak istiyorlar. Mesela ben muğlak bir adamım. Yani karmakarışık kafası karışmış sayıklayan bir adam portresi çıkar ortaya… Ben sayıklıyorum zaman zaman… Bunu düşündüğüm zaman bazen somut hayatla mücadele ederken onun içinde yaşamaya çalışırken ben bu dediğim gibi olduğumu hissediyorum aslında bazen… Çünkü sizin varoluş şeklinizden tutun da sizin bulduğunuz yöntemlere kadar bunun bir karşılığı olmuyor. Orada başka bir bilgi var. Orada başka bir ilişki şekli kurulmuş, başka klişeler dönüyor, bütün bunların içinde sizin yaşamak zorunda olduğunuz konum tamamen ‘Ne diyor bu adam’ meselesi…
İnsanın en temel refleksi budur. Yani bu konformist yanı… Genel olarak baktığımız zaman kökleşmiş bir ahmaklığın en basit konular kendi yararına olan en basit şeyler konusunda bu kadar saçmalayan bir varlık olmasının da sebebi budur. O zahmeti göstermemektir. İnsanın en temel sorunu budur dolayısıyla şimdi ben bunu başka şeyler için anlayabilirken kendim için de anlamak zorundayım.
“Sanatçı egosu”
Benim sanatçı egom yok. Ben Zeki’nin egosuna sahibim. Sanatçı olmadan önce egosu daha yüksek daha şişkin daha öfkeli daha kızgın bir adamdım. Hatta bu işlere bulaştığım zaman bu beni belli ölçülerde terbiye etti. Bu yaşımla da ilgili bir şey… En azından belli konular açısından… Bir defa bunu ben şey olarak okurum. ‘Bir imtiyaz istemek’ olarak… Bence bir insanın düşebileceği en utanç verici durumdur. Belli kimlikler üzerinden, yaşamdan ve insanlardan imtiyaz istemek…
(1) “Bre Zeki, Erzurum ne ki Ankara yayla, yayla!” S. Süreyya Önder Röportajı, Radikal Gazetesi, 6 Şubat 2011.
(2) Kronstadt Ayaklanması, Sovyet denizcilerinin ve askerlerinin Stepan Petriçenko önderliğinde Bolşevik iktidarına karşı başkaldırısıdır. Mart 1921’de başlayan ayaklanma başarısız olacak ve kanlı bir şekilde bastırılacaktır. İsyan, Finlandiya Körfezindeki Rus Baltık Deniz Filosu’nun üssü olan Kronstadt’ta patlak vermiştir.
(3) Zeki Demirkubuz Metris Cezaevinde yaklaşık 3 yıl kalmıştır.
(4) Ecinniler, Dostoyevski’nin 1872 yılında yayımlanmış romanıdır. Türkçeye Cinler adıyla da tercüme edilmiştir.
Siyasi bir roman olan Ecinniler 19. yüzyılın ikinci yarısında ateizm, nihilizm ve sosyalizm gibi ideolojilerle birlikte batı düşüncesinin Rusya ve Rus insanı üzerindeki etkilerini ele alır ve de eleştirir.
(5) Dostoyevski “Suç ve Ceza” ve “Ecinniler” romanları.
(6) Raskolnikov, Dostoyevski’nin en ünlü eserlerinden biri olan “Suç ve Ceza” romanının baş karakteridir.
(7) Zeki Demirkubuz’la Dostoyevski Sohbeti, Küçükçekmece Belediyesi tarafından düzenlenen “Dünya Edebiyatı Okumaları” söyleşileri, 12 Mart 2010.
(8) Demirkubuz’un hemen hemen 4-5 filminde kendiliğinden açılan kapılara yer verilmiştir.
(9) Cem Zamur’un Röportajı, Türkiye Futbol Federasyonu. (http://www.tff.org/default.aspx?pageID=286&ftxtID=2788)
(10) C Blok (1994).
(11) http://www.imdb.com/title/tt1832382/