Hayat Var
“Ağlamak var gülmek var,
Sevilmek var sevmek var,
Ne arasan var bu dünyada,
Dertler varsa mutluluk var”
Orhan Gencebay
(Bu yazı 10 Haziran 2013 tarihinde Mağara Dergisi’nde yayınlanmıştır.)
Reha Erdem, yönetmeliğini ve senaristliğini yaptığı “Hayat Var” ile vicdan sızlatan dramatik bir yapıma imza atmış. Hayatın kendisine, kaybedenine bu filminde rol vermiş, adına “HAYAT” demiş.
Film, bana Fransız Yönetmen Robert Bresson’un “Mouchette” filmini hatırlattı bana… “Mouchette” te izlediğim küçük kızın o sefalet içerisinde çektiği çileler fazlasıyla dokunmuştu bana.
Filmin başrollerini Elit İşcan (Hayat), Erdal Beşikçioğlu (Baba) ve Levend Yılmaz (Dede) paylaşıyor.
Boğaz sularına kurulmuş, varlığını kimsenin umursamadığı bir çevrede tahta bir barınak… Henüz 13-14 yaşlarında, ergenliğe yeni adım atmış küçük bir kız olan Hayat, babası ve oksijen tüpüne bağlı hasta yatalak dedesiyle yaşıyor.
Filmde ayrıca babası askerdeyken babasını terk eden umursamaz bir anne, bir üvey baba, hep el üstünde tutulan bir üvey kardeş, onu anlamak bir yana, açık arayan eğitimciler, çocuk tacizcisi bir mahalle bakkalı, itilip kakıldığı sınıfında hiç de arkadaş canlısı olmayan sınıf arkadaşları, çocuk özlemi olan ve küçük yaşta tecavüze uğramış bir mahalle ablası ve bütün bunların ortasında hep bebek kalmak istercesine parmağını emen –Hayat bir yandan parmağını emerken diğer yandan da evde duymaması gereken yaşından büyük küfürler duar- ama büyümeye karşı koyamayan ve büyüdükçe daha çok yaralanan saf bir kız çocuğu Hayat…
Mahalle ablası: Ağlama canım…
Hayat: Ağlamıyorum.
Mahalle ablası: Bir ilaç sürdüm. Önce acır, sonra geçer. Bana aynısını yaptıklarında senden üç yaş küçüktüm.
Hayat’ın dramı, anne ve babasının ayrılmasıyla başlar. Ayrılık, bir çocuk için acının ve çaresizliğin kıvılcımıdır. Annesi artık Hayat’ı kabul etmez. Balıkçılığın yanı sıra gemilere kadın ve bilumum malzeme satarak küçük işler yapan babası ise Hayat’ı zaten yeterince ihmal etmektedir. Baba tam bir kaybedendir. Bir keresinde zorla saçlarını kesen annesini buna rağmen babasından korumuştur. Çünkü kötü bir anne, hiç anne olmamasından iyidir.
Zamanının çoğunu başka bir adamdan kaçmakla harcayan (gizli eşcinsel) baba, peşinde koşan erkek sevgilisine “evde yok” dedirtirken aciz ve zayıf bir karakter çizmekte ve Hayat’ı “başının çaresine bak” dercesine tehlikenin kucağına itmektedir.(1)
Yaşından daha olgun ve çocukluğunu yaşama şansı olmayan Hayat’ın tüm zamanı, babasının balıkçı motoruyla okula gidip gelmekle, loş bir sokak lambası altında babasının boğazdan gelecek motorunu beklemekle geçer.
O yaşında bir yandan astımlı alkolik dedesinin bakımını üstlenen Hayat, bir yandan aklının alamayacağı onlarca olaya şahitlik etmek zorunda kalır. Üzerinden atamadığı çocukluğuyla bir yandan da sürekli parmağını emer.
Bir televizyon dışında dünyaya açılacak penceresi yok ve o kadar küçük ki hindi dışında gücünün yettiği bir şey de yok…
Ve karşımıza sürekli mırıldanan (inleyen) ve oyuncağının çıkardığı çirkin sesi dinleyen bir kız çıkıyor. Hayat, içine attıklarının acısını ne gariptir, bir hindiden çıkartıyor, sonra dere kenarında bir söğüt ağacının altına uzanıp parmağını emiyor.(2)
Hayat hissizleşmiştir. Yalnız yaşayan “mahalle ablası” komşu kadının çocuk özlemiyle karışık “tavşanım” “tavşanım” diye koşuşturan boğucu sevimsiz sevmeleri, hayır diyememenin rahatsız bakışları… Hepsi toplanmış Hayat’ın üzerinde. Hızla yuvarlandığını dipsiz kuyuyu hissetmek hiç de zor değil. (Filmde Hayat’ın küçük yaşında süründüğü kırmızı ruj, “kötü yola düşmenin” başlangıcını da işaret etmiş.)
Babasının gemilere taşıdığı ve ilerde Hayat’ın yerini alacağını söyleyen mahallenin orospularından –ki Hayat’a annesinden daha iyi davranır- birisi Hayat’a bir ruj hediye ederken aslında onun yolunu çizmiştir, kaderi bellidir:
“Çok güzelsin ben kızım;
Yakında sen bizim işleri elimizden alırsın!”
Reha Erdem, Hayat’ın hikayesini öyle etkileyici anlatmış ki, diyalog olmadan bile onun duygularını kendiniz yaşamış gibi hissediyor, onun başına gelenler için empati kurabiliyorsunuz.
Filmin izleyende yarattığı duygulara zaman zaman Orhan Gencebay da eşlik ediyor.
İnsan filmi izlerken Hayat’ın annesine, babasına, dedesine ve onu istismar eden herkese isyan ediyor. Elini Hayat’a uzatası geliyor insanın. İnsanın gözünün önünde aşikar bir şekilde yuvarlanıyor karanlık bir kuyuya…
Hayat söylemeden, göstermeden neler çektiğini hissettiriyor size… Hissettirmek ne kelime bir tokat yiyorsunuz.
Çaresizlik içinde bir istismar çırılçıplak gösteriyor kendini… İletişim kuracağı kimse yok. Karakterin büyükleri onu sömürüyor, kullanıyor. Onun istediği ise sadece biraz ilgi ve yaşamadığı çocukluğunu geç de olsa yaşayabilme arzusu…
Bu arada okul yolunda yolunu gözleyen ve yanık türküler söyleyerek hayata tutunan tamirci çocuk, onu sahiplendiğini hissettiren tek kişidir. Deniz polisi Hayat’ın babasını yakaladığında artık yalnız kalacak ve onla kaçacaktır.
Bir gün adet görüp de kadın olduğunda, ne o güne kadar ne de ondan sonra kimse bunun sebebini ve ne olduğunu anlatmamıştır ve bu duruma onu hazırlamamıştır. Bunun şokunu annesinden yediği bir tokatla atlatır. Hayat, çocukluktan ergenliğe adım atarken kendi feminenliğini de kazanmak istiyor; zaman zaman eteğini sıyırıveriyor… Sürülen kırmızı ruj ile yarattığı bu karakteri de işaret ediyor.
Dedesi Hayat’ı bakkala sürekli sigara almaya gönderirken mahalle bakkalının tacizine maruz kalır; ama sonra kola, çikolata ve gofret için tüm bunlara sessiz kalır. Çevresindekilerin ona sessiz kaldığı gibi… Bakkaldan aldığı çikolata, gofretleri sınıfta arkadaşlarına dağıtarak onlardan ilgi ve sevgi görür. Ancak sonrasında aynı bakkal tarafından tecavüze uğruyor.
Filmde en ibretlik sahnelerden birisi de şudur: Mahalle ablası, Hayat’a tecavüz eden bakkalın dükkânındaki aynasını indirir. Ne gariptir ki, yeni ayna karşı taraftan Hayat’ın babasının kayığıyla getirilir. Babası, bu aynayı neden taşıdığını bilmeyecek, aynadaki acı gerçekle yüzleşmeyecektir.
Hayat, mutluluğun ne olduğunu veya nasıl kazanılacağını çevresinde hiç görmediği için hayata hep tepkisiz kalıyor.
Kendi kaderine yapayalnız bırakılmış Hayat nelere umut bağlamıyor ki; bir sahnede nehirden kayıkla geçen bir adamla konuşmak için eteğini sıyırıyor ve nehirde ona yaklaşıyor:
“Abi… Benimle evlenir misin?”
Tehlike belki bir an olsun kurtuluşa dönüşür. Bir yanda umut, diğer yanda çaresizlik ve boş vermişlik…
Reha Erdem “Hayat Var” ile müthiş bir dramatik yapıma imza atmış.
Bir tutam da “İstanbul” bu film… Ama İstanbullu olmayanların İstanbul’u…
Hayatın kendisine, kaybedenine bu filminde rol vermiş, adına “HAYAT” demiş.
13 yaşındaki Hayat’ın beni öldürüp öldürüp dirilten inlemeleri hala kulağımda… Film boyunca Hayat’ın inlemeleri, aslında çaresizliğe bir çığlık değil de ne!
Yutkunarak izlediğim filmle bir kez daha yüzleşiyorum ki yaşamın kendisi, Hayat’ın kırmızı rujlu dudakları kadar renkli değil…
Hayat ile istismarı ağır, tepkisi sağır bir gerçek yaratılmış.
(1) Hayat’ın babası eşcinseldir. Eski sevgilisi ise peşinde, her gün evlerinin kapısına dayanıyor. Baba sürekli kaçıyor, saklanıyor. Her seferinde “Babam evde yok” demek de bu dert yumağı çocuğun sorumluluklarından. Hayat’ın bu adama -kendisine cinsel obje olarak bakmayan birine- evlenme teklif edişi ise sürpriz anlardan biri.
(http://www.kaosgl.com/sayfa.php?id=2710)
(2) Çaresizlik karşısında hıncını bir hayvandan çıkartmak, Reha Erdem’in diğer filmlerinde de kullanılan bir yöntem. (Bkz: Kaç Para Kaç)