A Ay
“Sen gördün! Göresin diye çağırdım seni! Annemi gör diye…
Gör diye… Ne diye bunca zahmet! Göstermek daha mı önemli!
Her gördüğünü gösterebiliyor musun ! Söylesene!
Her gördüğünü gösterebiliyor musun !
Rüyalarının fotoğrafını çekebiliyor musun?
Işığın yetiyor mu! Netliğini ayarlayabiliyor musun!
Görmeyi! Sadece görmeyi bilebiliyor musun?
Hem ne göstereceksin! Haberleşmek için mi?
Kimlerle! Kendinle habersiz kaldın mı hiç!
Gösterilemeyen şeyler görüyorum hep!
Gör! Sadece gör! Ne olursun! O fotoğraflara görmek için bak.
Görüyor musun? Görüyor musun Nuran!
Annemi görüyor musun?”
Yekta
İlk yayım tarihi: 26 Nisan 2013 (Mağara Dergisi)
Paris’te sinema ve plastik sanatlar eğitimi alan Reha Erdem’in, ilk uzun metraj filmi “A Ay”, yönetmenin sinema anlayışının, ana akım Türk sinemasının oldukça uzağında olduğunun da bir kanıtı niteliğinde…(1)
Yapımcılık ve yönetmenliğinin yanı sıra senaristliğini de Reha Erdem’in üstlendiği filmin başrollerinde Yeşim Tozan (Yekta), Gülsen Tuncer (Nehir hala), Nurinisa Yıldırım (Nükhet Seza hala) ve Munir Özkul (Manastır bekçisi) yer alıyor. A Ay, gösterime girdiği yıllarda özellikle Avrupa sinema dünyasından olumlu eleştiriler almış. (2)
1988 yılında çekilmiş olmasına rağmen öncelikle siyah beyaz oluşuyla film, ait olduğu dönem sinemasından oldukça farklılaşıyor. Fransız Yeni Dalga Sinema (3) akımını anımsatan tekrarlı ve yarı karmaşık kurgusu ile A Ay, sadece dönemi ile değil olağan Türk Sineması’ndan da ayrışıyor. Düşsel, metaforik ve şiirsel bir anlatıma sahip filmde sıkça yüzleştiğimiz doğallıktan uzak teatral diyaloglar ise karakterlerin taşıdığı donukluğu pekiştirir nitelikte… Vivaldi’nin de sıklıkla yer aldığı müthiş müzikler ile bezenmiş olan film, bana göre Türk sinema tarihinde özel bir yapıt olarak öne çıkarıyor.
Filminde ‘deniz, kayık, suda yüzen ölü kedi, saat, martı ve Yekta’nın bir böceğin bacaklarını koparması’ gibi bolca metafora yer vermiş olan Reha Erdem, aktarmak istediği ruh halini yarattığı yarı gotik sofistike dekorla ve yüce bir siyah beyazlık ile aşırı estetik bir hale dönüştürüyor.
Film, dalgalar tarafından hırpalanmış yorgun bir konak ve konakta yaşayan bir ailenin geride kalan az sayıda fertlerini konu alıyor. Bir harabeye dönmüş olan konağın sahipleri ve mirasçıları ise Nehir halanın tabiriyle “cennet mekân Kadri Paşa’nın torunları” olan dağınık bir aile…
Filmin psikolojisinin büyük kısmını ve sorumluluğunu üstlenmiş olan karakter Yekta, Nükhet Seza halası ve hasta dedesi ile birlikte eski yıpranmış bir konakta yaşamaktadır. Sürekli eski hikâyeler anlatan Nükhet Seza, adeta geçmişte hapsolmuştur. Yekta da ‘zaman açısından’, halası gibi günümüzden oldukça kopuk bir hayat sürmektedir. Yekta’nın hiç tanımadığı babasının ölümünden sonra annesi, bir gün ansızın bir kayığa atlayıp gitmiş ve bir daha da geri dönmemiştir. Dolayısıyla Yekta, annesini de hiç tanıma fırsatı bulamamıştır. Yekta, her gece saat 11’i gösterdiğinde annesini kayıkla konağın önünden geçerken gördüğünü söylemekte ama buna kimseyi inandıramamaktadır. Yekta’ya göre annesi ‘bu konakta ölmemiştir; gitmiştir!”
Film, bir nevi Yekta’nın dramatik bir boyutta annesini gördüğü varsayımına dayanarak ilerler. Nükhet Seza halanın Yekta ile bir konuşmasında dramın izlerine rastlamak mümkün…
Yekta: Hala annem gitti! Hala annem ölmedi, gitti!
Nükhet Seza: Nehir’in ve benim evlenmeyişim, Sırrı Beyi pek üzdü.
Ben, “Baba ben size bakacağım. Sizden iyi eş mi olur insana!” dedim. Nehir gitti, İngilizce hocası oldu. Ama Servet, ‘baban’, Sırrı beyi üzen en çok o oldu! Bir ömrü odasından çıkmadan geçirdi. Komşular adını deliye çıkarttılar. Baban dayanamadı. İşte biraz da bu yüzden evlendirdiler annenle Servet’i… Evlendikten sonra da bir şey değişmedi. Çıkmadı odasından. Annen de hemen anladı durumu. Şikâyet etmedi. O da odasına kapandı. Sonra kaybettik Servet’i. Sırrı Bey, İhsan’ın durumuna ölen oğlundan daha çok üzüldü.
Konağı ayakta tutmaya çalışan Nükhet Seza, Yekta’ya sahip çıkmakta, onun ruhsal iniş çıkışlarıyla da yüzleşmekte; bunun yanı sıra konaktan ayrı yaşayan ve modern bir kadın olan Nehir hala ise Yekta’yı konağın kasvetinden ve karanlık düşlerden uzak tutma çabası içindedir. Yekta ise, her iki halasının arasında düşlerini ayakta tutmaya çalışır, her akşam saat 11’de, ölmüş olan annesini görmek için konağın kulesinden, annesinin odasından denize bakmaya devam eder. Annesine ulaşmanın hayali ile gerçekle hayal arasında dalgalanır, gerçekle hayal olanı sorgular.
Yekta, Nükhet Seza halasının tekerrür eden sohbetlerini artık ezberlemiştir. Keza zaman zaman onun konuşmalarını ağzının içinde mırıldanarak ondan önce tekrarlar. (4)
Hep bu evi anlattı babam bana.
Ne çok anlatır.
Anlatacak ne bulur?
Neye anlatıyorsun hala?
Ben herşeyi gördüm bile!
Filmde, daha gelenekçi ve anlayışlı olan Nükhet Seza hala ile eğitimi, rekabeti ve parayı önemseyen ve konağa ve ailesine kısmen sırtını dönmüş, modern bir kadın olan Nehir hala, iki farklı değeri yansıtıyor.
Yekta ise bambaşka… Kendini bu dünyaya ait hissetmeyen ve annesinin hayaliyle kendine bir dünya kuran yalnız bir kız çocuğu…
Konakta ergenliğin kenarında zarif ve inatçı bir kız Yekta… Pileli eteği ve beyaz çorapları içinde müthiş bir kararlılıkla yönlendirilen bir balerin sanki…
Nehir halaya göre Yekta’nın rüyaları abuk sabuk! Yekta ise her gördüğü rüyadan tutun da dizindeki lekeye kadar herşeyi anlamlandırma çabasında.
Nehir Hala: Böyle sokaklarda (Nehir hala, harap konağın içini sokaklara benzetmektedir) uyursan abuk sabuk rüyalar görürsün. Hadi kalk!
Yekta: Hala şuraya bak! (Dizinde bir lekeyi göstererek) bu neyin işareti?
—
Yekta bu harap konakta yaşamaktan memnundur. Hayalleri, rüyaları ve annesine bu evde kavuşmaktadır. Geçmiş zamanda dondurulmuş ve harap olmuş anılar içinde annesinin düşünü kovalayan bir kız çocuğu…
Nehir halası ise, Yekta’yı iyi bir okula göndermek, o konaktan kurtarmak istemektedir. Ona göre Nükhet Seza, geçmişe takıntılı ve bu sebeple Yekta’ya son derece alakasızdır. Nehir’e göre Yekta yaşında bir çocuğun daha bu yaşında hayaller görmesi hiç de normal değildir. Nehir hala, Yekta’yı hafta sonu adaya (5) götürmeye kara verir.
Nehir: “Çocuk elden gidiyor fark etmiyor musunuz?”
Nehir halasıyla adaya giden Yekta, burada halasının İngilizce talebelerinden birisi olan Nuran ile tanışır. Nehir halaya göre Yekta adada akranlarıyla birlikte olacak, yaşlılardan ve o yıkıntı evden kurtulacaktır.
Kendisi de Yekta gibi asosyal bir çocuk olan Nuran, Yekta’yı alıp adada gezdirir. Birkaç gün sonra Yekta tekrar konağa, Nükhet Seza halasının yanına döner.
“Bu şehirde her şey yarım kalır Meliha” derdi anneme, “her şey bitmeden çürür.”
Bu arada Yekta her gece 11’de annesinin denizden geçişini bekler, yüzüne şavkıyan aydınlıkla annesini “seyreder”. Her gece günün ilk ve tek gülümsemesine kavuşur Yekta’nın donuk yüzü…
“Halacım; gördüm! Annemi gördüm! Kayıkla geçti boğazdan!”
Yekta, annesi için o evde kalmaktadır. Eve getirdiği Nuran’a da annesini gördüğünü söyler.
Yekta: Nuran! Annemi gördüm! Rüyamdaki gibi… O kadar yakın geçiyor ki, kürek sesleri duyuluyor. Nehir halam inanmıyor… Nükhet Seza halam, o da inanmıyor! Şimdi biliyorum neden uyumuyor Sırrı Bey… Nuran! Bana gülümsedi annem! Annemi bırakıp gitmeyeceğim yatılı okula… Gitmeyeceğim..!
Konakta çalışan temizlikçi bir gün, büyük ayaklı saatin saat başı duyulan sesinin takıldığını Nükhet Seza halaya haber verir. Nükhet Seza hala, evde yankılanan saat sesinin farkında bile değildir. Durmuş olan saat aslında zamana takılıp kalmanın yanı sıra aldırmazlığın da göstergesi gibidir.
- Yine takıldı bu!
- Ne takıldı güzelim?
- Duymuyor musunuz ! Saat..!
Saati düzeltmesi için Yekta’ya bakınırlar ancak Yekta ortalarda yoktur. Saatin tekrar tekrar çalan rahatsız edici sesi, Nükhet Seza halayı hiç rahatsız etmemektedir.
- Hadi yeter. Gel de kahvelerimizi içelim.
Temizlikçi: Nükhet abla, Nehir hanım Yekta’ya çok üzülüyormuş. Nedir bu kızın tuhaflığı!
Nükhet Seza: Onu tuhaf gören Nehir’in kendisi… Kendisi gibi olsun istiyor. Bu evi terk etsin, unutsun istiyor. Yekta’m da en az benim kadar düşkün bu eve…
Bu arada Yekta her gece 11’de parmak uçlarında yalın ayak yürüyerek sessizce annesine gitmektedir.
“İnsan hiç tanımadığı insanı sever mi”
Yekta: “Yine de her gece, yalnız bırakma beni anne diye dua ediyorum. Gülümsüyor. Her seferinde yine de, içimde ‘bir daha gelmezse’ korkusu… Bütün rüyalarımda bu an… “insan hiç tanımadığı insanı sever mi” diyor Nehir halam… Tanımaz mıyım hiç! Annem’di o. Şu, her gece gördüğüm annem… Nükhet Seza halam “bunların hepsi rüyanda” diyor. Nehir halamın ‘bunların rüyamda olmasına bile’ tahammülü yok!..”
Yekta, bir an olsun fotoğraf makinesini yanından ayırmayan Nuran’ı, gece annesinin fotoğrafını çekmesi için ikna eder. Adada insanların çıplak gözle göremediği çocuk başlı martıyı arayan Nuran, belki kimsenin göremediği Yekta’nın annesini fotoğraflayabilecektir.
Yekta, Nuran’ı gizlice eve götürmeye ve annesini göstermeye karar verir. Nuran konağa geldiğinde konağın içinde dolaşan başıboş martıları görür ve şaşkınlıkla fotoğraflarını çeker. Yekta, Nuran’a saat 11’e kadar beklemesini söyler. Nuran uyuklar, o ise gözünü kırpmadan annesini beklemektedir. Annesi sonunda görünür. Nuran’ı uyandırır. Nuran aralıksız fotoğraflar çeker. Yekta ise yüzüne vuran aydınlıkla tebessüm etmektedir geceye…
Ancak Nuran’ın çektiği fotoğrafların banyosunda annesinin fotoğrafına rastlayamayan Yekta, Nuran’a tepki gösterir:
Yekta: Ama sen gördün!
Nuran: Hiçbir şey çıkmamış. Koyu bir karanlık… Hepsi öyle.
Yekta: Makine görmediyse de sen gördün!
Nuran: Fotoğraflarda hiç bir şey yok diyorum.
Yekta: Sen gördün! Göresin diye çağırdım seni! Annemi gör diye… Gör diye…
Ne diye bunca zahmet!
Göstermek daha mı önemli!
Her gördüğünü gösterebiliyor musun !
Söylesene!
Her gördüğünü gösterebiliyor musun !
Rüyalarının fotoğrafını çekebiliyor musun?
Işığın yetiyor mu!
Netliğini ayarlayabiliyor musun!
Görmeyi! Sadece görmeyi bilebiliyor musun!
Hem ne göstereceksin!
Haberleşmek için mi!
Kimlerle!
Kendinle habersiz kaldın mı hiç!
Gösterilemeyen şeyler görüyorum hep!
Gör! Sadece gör!
Ne olursun! O fotoğraflara görmek için bak.
Görüyor musun!
Görüyor musun Nuran!
Annemi görüyor musun! (6)
Bu arada Nehir hala, Yekta’yı adadaki yatılı okula yazdırmak ister. Yekta doğal olarak istememektedir.
“Hatırlıyor musunuz Nehirciğim? Bir zamanlar Suzi’nin bir Ships kolonyası vardı. Ne hoş, ne bulanık bir kokuydu Allah’ım o…”
…..
Filmde kısa ve etkin rolüyle dikkat çeken ilginç bir karakter ise Münir Özkul’un canlandırdığı “manastır bekçisi” karakteri…
Bekçi’den Yekta’ya öğütler:
“Rüyalarının tabirlerini anlamlarını sakın arama!
Nedenlerini de arama!
Rüya, rüya içindir!
Rüyandan gördüğün kuş, rüyandan gördüğün kuştur!
Rüya kuşları, bu kuşlara benzemez. Onlar başka bir dil konuşurlar.”
(Yekta kendisini manastır yamacında bir boşluktan aşağı bırakır ve bir martı gökyüzünde süzülür…)
…..
Yekta’ya zorla bir şiir ezberleten Nehir hala, ezberlettiği şiiri Nükhet Seza halasına okumasını ister. Yekta zorla okutulan şiiri okurken, hiç susmadan ve peş peşe okuyacak ve susmayacaktır. (7) Bu davranışı, her iki halasını da şaşırtacak ve çileden çıkartacaktır.
…
Bu arada Yekta, konağa döndüğünde, geceleri annesini gözlediği odanın kilitlendiğini fark eder ve çılgına döner. Odayı Nehir hala kilitlemiştir.
Yekta: “Annemle buluşamadım bu gece anlamıyor musunuz!
Belki de gelemeyecek bir daha anlamıyor musunuz!”
Anahtarı almak için tekrar adaya dönen Yekta, Nehir halasından anahtarı ister ancak halası vermeyi kabul etmez.
“Hayır Yekta’cım ! O anahtarı da o evi de, hepsini unutacaksın! Çıkaracaksın bunları hayatından!”
İstenen aslında Yekta’nın annesini hayatından çıkarmasıdır bir anlamda… Bir çocuğa annesi zorla unutturulamaz!
Halalarının yanlarından uzaklaşan Yekta, koşarak tepedeki manastır bekçisinin yanına gider. Bekçi ona öğüt verir:
“Bırak inanmasınlar. Sen annene kulak ver. O seni duyar.”
…..
O gece Yekta gene annesini bekler ama annesi bu sefer boğazdan geçmez.
“Annem beni bekliyor. Anneme gidiyorum!”
Ve bir gün Yekta, tıpkı annesi gibi kayığa atlayıp gider; ancak balıkçılar tarafından bulunarak geri getirilir. Annesine ulaşmak amacıyla gerçekleşen bu kaçış, Yekta için “yarım olan her şey” i tamamlamaya yetmez.
Bu noktadan sonra Yekta adaya taşınıp okula başlamayı kabul eder. Kendisi için dikilen okul üniforması da “sıradanlaştırıldığının” bir göstergesidir aslında…
Ne de olsa annesi artık gelmeyecektir. Bu Yekta’nın da ölümü olmuştur. (Bu arada martısı da ölmüştür. Martısını en sevdiği eşyalarıyla gömer.)
Nehir halasıyla adaya giden Yekta, adanın dolaşırken halasını atlatır ve birden ortadan kayboluverir. Ağaçlar arasında peşinden giden halası Yekta’yı bulamaz. Yekta yok olmuştur.
Özellikle Münir Özkul’un, filmin finalindeki tiradı ile Yekta’nın yok olması (aslında var olması) müthiş bir şiirsellikle sahnelenir. (8)
“A Ay”, üzerinden 25 yıl geçmiş olmasına rağmen hala Türk sinema tarihinde benzersiz bir başyapıt…
(1) “İstanbul Devlet Tiyatrosu’nun Taksim sahnesinde Reha Erdem ile sahnede otururken yaptığımız konuşmayı halen hatırlarım. Bana devam etmemi, oyunculuğun da beyin isteyen bir iş olduğunu ve benim çok farklı bir oyuncu olabileceğimi söylemişti. Ancak İstanbul Devlet Konservatuarı’nda öğrenci olmak nedense benim içimde hiç heyecan uyandırmadı… 90’ların ortasından itibaren Türk Sineması geleneksel çizgisinden ayrılıp deneyimsel, özgün ve dinamik bir döneme girdi kanımca… Eğer o dönemde oyunculuğa adımımı atmış olsaydım kararım nasıl değişirdi hiç bilemiyorum…” Yeşim Tozan (Yekta) ile 12 Nisan 2013 tarihinde yaptığım görüşmeden alınmıştır.
(2) Bir Türkiye – Fransa ortak yapımı olan A Ay, 1989 yılında Nantes – 3 Continents 2. lik ödülüne layık görülmüş, 1990 yılında Prix L’Age D’Or ve Avrupa Film Ödülü’ne aday olarak gösterilmiştir. Türkiye’de de Yazarlar Birliği, Reha Erdem’i yılın yönetmeni olarak seçmişti.
(3) Bkz. François Truffaut Sineması
(4) Yekta merdiven basamaklarında otururken halasına “Haberiniz yok ki” şeklinde tepki verir ve fırlayarak üst kata koşar. Bu sahne 3 kez tekrarlanır. Ancak 3 sahne de ayrı ayrı çekilmiştir.
(5) Burgazada
(6) Gerçek, bilimsel, somut bir kavram olmaktan öte; bir anlamda göreceli, farklı yorumlanabilen fakat ne olursa olsun insanı hayata bağlayan, inanılandır.
(7) Yekta’nın sürekli okuduğu, durumuyla pek de ironik kaçan şiir William Blake’in “Songs Of Experience” kitabından Infant Sorrow’dur. Şiir, yeni doğmuş bir bebeğin dünyaya gelirken çektiği acıdan, tehlike dolu bir dünya ile karşılaşmasından bahseder. Bu şiir seçimi, Reha Erdem’in diğer filmlerinde de vurguladığı varoluş felsefesine de bir gönderme niteliğindedir; ne de olsa “Acı çekme bir varoluş halidir.”
“My mother groaned, my father wept, into the dangerous world i leapt; helpless, naked, piping loud, like a fiend hid in a cloud….”
(8) Bu sahnede Münir Özkul, Edip Cansever’in Tragedyalar’ından İtalyanca bir tirad okumaktadır. Bkz. Edip Cansever, Tragedyalar V, Yerçekimli Karanfil, Toplu Şiirleri, Birinci Cilt, Adam Yayınları.