Türk Sinemasında Bir Yol Ayrımı: Reha Erdem
(Bu yazı, ilk olarak Notlar Dergisi’nin 7. Sayısında yayınlanmıştır.)
Uzunca bir süredir Türk Sinemasında bilinen Yeşilçam yönelimlerinden farklı akım ve çalışmalar görmekteyiz. Bilhassa 2000’li yıllardan sonra Türk Sinemasındaki bu yeni akımları kıyıya vuran küçük dalgalar gibi görmeye başladık. Bu akımlar surda bir gedik açacak boyutta olmasa da her biri farklı bir yönelim ve açılımı işaret ederken, Türk sinemasına kümülatif bir etkiyi de beraberinde getiriyor. Bu çerçevede yaklaşık son yirmi yıla baktığımızda bir dönem “gay lobisi”nin etkisiyle olsa gerek, “gay filmleri”ne yer verildiğini görmekteyiz. Sonra “köy temalı” filmler ortaya çıktı ve bunu engelli hikâyesi barındıran filmler takip etti. Elbette siyasi konjonktür gereği (özellikle Kürt sorunuyla alakalı) “etnisite” konulu filmler de kendine yer buldu. Bu ayrıksı ve yeni yapımlardan sonra yönetmenler şehri terk ettiler ve “kasaba filmleri” patlak verdi (ve hala da bu tür filmler revaçta). Sonra da rahatsız edici derecede komedi furyası başladı. Tabii, komedi+kasaba ortak temalı “Dondurmam Gaymak” gibi filmlerin yanı sıra hepsinin toplamından şöyle hikâyeler de çıkmadı değil: Köyde yaşıyor, gay, Kürt vs. (Güneşi Gördüm gibi)…[1]
Türk sinemasındaki bu gelişmeler, şüphesiz Türkiye’nin sosyolojik, kültürel ve siyasi değişiminden bağımsız düşünülemez. Tüm bu değişim ve akımlara rağmen genel-popülist çizginin dışında kalan, son dönem Türk Sinemasında kendi tarzını yaratan bağımsız sinemacılar da yok değil. Fakat bunlar bir elin parmaklarını geçmiyor: Zeki Demirkubuz, Onur Ünlü, Tayfun Pirselimoğlu, Nuri Bilge Ceylan, Semih Kaplanoğlu, Ümit Ünal, Yeşim Ustaoğlu, Emin Alper ve şüphesiz Reha Erdem…
Bu yazı Türk Sineması kendi mecrasında akarken bir yandan da kendi sinemasını oluşturabilmiş isimlerden Reha Erdem’in sinemasını tahlil etmeyi amaçlamaktadır. Türk Sineması içinde kendi özgün alanı ve tarzını oluşturan bir sinemadır Reha Erdem Sineması…
Paris’te sinema ve plastik sanatlar eğitimi alan ve 1988 yılında sinemada siyah beyaz filmi A Ay[2] ile adını duyuran Reha Erdem’in sinema anlayışı, ana akım Türk sinemasının oldukça uzağında…
Hayvanlar, hayat, inanç, ses ve doğa olguları şiirsel ve teatral tarzıyla farklı bir yerde duran Reha Erdem, son dönem Türk Sinemasında kendine özel bir yer edinmiştir.
A Ay’ın Yekta karakteri ve başrol oyuncusu Yeşim Tozan’ın yıllar sonra bana aktardığı şu yorum da gerek Türk Sinemasındaki yol ayrımını gerekse Reha Erdem’in özgün bir tarz oluşturduğu iddialarını doğruluyor:
“İstanbul Devlet Tiyatrosu’nun Taksim sahnesinde Reha Erdem ile sahnede otururken yaptığımız konuşmayı halen hatırlarım. Bana devam etmemi, oyunculuğun da beyin isteyen bir iş olduğunu ve benim çok farklı bir oyuncu olabileceğimi söylemişti. Ancak İstanbul Devlet Konservatuarı’nda öğrenci olmak nedense benim içimde hiç heyecan uyandırmadı… 90’ların ortasından itibaren Türk Sineması geleneksel çizgisinden ayrılıp deneyimsel, özgün ve dinamik bir döneme girdi kanımca… Eğer o dönemde oyunculuğa adımımı atmış olsaydım kararım nasıl değişirdi hiç bilemiyorum…”[3]
1988 yılında çekilmiş olmasına rağmen öncelikle siyah beyaz oluşuyla A Ay, ait olduğu dönem sinemasından oldukça farklılaşıyor. Fransız Yeni Dalga Sinema[4] akımını anımsatan tekrarlı ve yarı karmaşık kurgusu ile A Ay, sadece dönemi ile değil genel Türk Sineması’ndan da ayrışıyor. Reha Erdem, kökleri Türk Sinemasında olmakla birlikte Avrupa’nın suyu ve havasından da etkilenmiş bir yönetmen olarak yeni bir tarz ve sentez ortaya koyuyor. Ancak bir anlamda Metin Erksan veya Alp Zeki Heper çizgisi de diyebileceğimiz bu tarz, Türk sinemasında kendine yer bulamamıştır. Erksan bunu şöyle ifade ediyor: “Para kazanmak için yapılmış filmlerin dışındakilerin Türk Sinemasıyla hiç ilgisi yoktur.” İşte onun içindir ki; ‘Reha Erdem Sineması’ diye bir olgu var.
Reha Erdem’in ‘A Ay’ filmindeki siyah-beyaz peyzaj duygusunu Metin Erksan’ın ‘Sevmek Zamanı’ filmine borçlu olduğunu düşünmek çok da hata olmaz. Düşsel, metaforik ve şiirsel bir anlatıma sahip filmde sıkça yüzleştiğimiz doğallıktan uzak teatral diyaloglar ise karakterlerin taşıdığı donukluğu pekiştirir nitelikte… Hem doğulu hem de batılı diye tanımlayabileceğimiz bir yönetmenin elinden çıkan batı tarzı klasik müzikler ile bezenmiş olan film, Türk Sinema tarihinde özel bir yapıt olarak öne çıkıyor.
Reha Erdem, filmlerinde aktarmak istediği ruh halini, yarattığı yarı gotik sofistike dekorla ve yüce bir siyah beyazlık ile aşırı estetik bir hale dönüştürüyor. Zaman zaman gelenekçi bir anlayışla doğal ama samimi olanın çekişmesine şahitlik ediyoruz. A Ay’da da gelenekçi bir konakta büyüyen bir ergenin sürekli sorgulamaları da bu çekişmeye bir örnek…
Reha Erdem sineması bir anlamda gerçeğin sorgulanmasıdır. Hayal olanı doğru, doğru olanı gerçek diye aktarır; doğruyu ve gerçeği sorgulatır. Gerçek onun filmlerinde bilimsel, somut bir kavram olmaktan öte; bir anlamda göreceli, farklı yorumlanabilen fakat ne olursa olsun insanı hayata bağlayan, inanılandır.[5]
Erdem, ‘Hayat Var’ filminde ise hayatı, yine ismini “Hayat” koyduğu küçük kız karakteri üzerinden yansıtır. Hayat Var, bu yönüyle Fransız Yönetmen Robert Bresson’un “Mouchette” filmini hatırlatır. “Mouchette” te izlediğimiz küçük kızın o sefalet içerisinde çektiği çileler, Reha Erdem’in Hayat’ında tezahür etmektedir.
Hayat’ın da tıpkı Mouchette gibi hızla yuvarlandığı dipsiz kuyuyu hissetmek hiç de zor değil. Erdem, daha sonraki yıllarda bir “inanç” ya da “inançsızlığa ağlama” filmi olan Kosmos ile izleyici karşısına çıkmıştır.[6]
Hayat karakterinin bir benzerini Yunan Yönetmen Theo Angelopoulos’un 1988 yapımı filmi “Landscape in the Mist-Puslu Manzaralar” filminde 12 yaşında bir kız olan “Voula” karakterinde de görebiliyoruz.[7]
Reha Erdem’in “Jîn” filminde de diğer filmleriyle ortak birçok nokta yakalamak mümkün. “Jîn” Kürtçe “Hayat” anlamına geliyor. Reha Erdem’in “Hayat” diye isimlendirdiği ilk karakter değil bu… “Hayat Var”ın Hayat’ı da tıpkı Jîn gibi çaresizliğin ve anlaşılmazlığın ortasında kendine bir çıkış yolu arayan bir kızdı.[8]
Erdem’e göre insanın üçüncü boyutunu maneviyat oluşturuyor.[9] Bu bağlamda Erdem, dinler üzerinden de sürekli inançlara vurgu yapmaktan kaçınmıyor. Kosmos’un Neptün’le konuşmasında ona söylediği “Sol elin başımın altında olsun, sağ da beni kucaklasın…” cümlesi Tevrat’tan alınmakla birlikte Reha Erdem’in Korkuyorum Anne filminde de geçer.[10]
Yine Kosmos’ta birlik olmanın, hatta ruh ve beden, ağız ve yürek birlikteliğinin önemine de değinilmektedir:
“İki kişi bir kişiden iyidir. Çünkü düşerlerse biri arkadaşını kaldırır. İki kat iplik zor kopar. Ruhum, beni dinlemediği zaman çıkıp iskeletime diyorum ki, ağzınla acele etme ve yüreğin söz söylemeye tez olmasın. Çünkü Allah göklerde ve sen yerüstündesin.”
Şarkı Söyleyen Kadınlar filminde ise Reha Erdem, “Esma”, “Meryem” ve “Hale” gibi dini çağrışımı yapan isimler tercih etmiştir.[11]
Yine aynı filmde, bir gece yarısı Âdem ölür ve Esma’nın duasıyla (Allah’ın yardımıyla) yeniden dirilir. Çünkü “zaman sadece güneşin ayın yıldızların hareketiyle mi dolu. Vücutların hareketleri ve çırpınışları insanoğlunun kendi zavallı zamanını oluşturmuyor mu? Onun için değil mi ki her insan için her şeyin ayrı bir vakti var… Doğmanın vakti var; ve ölmenin vakti var. Ağlamanın ve gülmenin vakti var. Susmanın vakti var ve söylemenin vakti var.”[12] Zaten “Allah, bir kimseyi ancak gücünün yettiği şeyle yükümlü kılar.”[13]
Hayatına Allah ile yön veren Esma’nın Allah’a yakarışlarından birisi de şöyledir:
“Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkamayacak durumdaki kimse gibi olur mu?”[14]
Hayvanlar ise Reha Erdem sinemasında bambaşka bir ayrıntı… Filmlerinde hayvanların, insanların kader yoldaşı olduğu bir âlemde olduğumuzu hatırlatan Reha Erdem’in, Kosmos’da ve diğer filmlerinde (özellikle Jîn’de) olduğu gibi bütün bu hayvanları, her şeyi bizim kadar ‘anlıyor’ ya da ‘anlamıyorlar’ mükemmel ayrıntı çekimlerinden bize bakıyor. Kosmos, dünyayı anlayamasalar da anlamadıklarını sezen hayvanlar dünyasına koşut insanlar dünyasındaki gafletin hikayesini, herkesin beklemede olduğu, dervişlik ile delilik arasında, ‘hiçbir şey olmuyor’ duygusu ile ‘bir şeyler olacak’ beklentisi arasında bir arafta sallanan bir memleket hissi veriyor.
Erdem’e göre insanlar neden etkileniyorsa hayvanlar da aynı şeylerden etkileniyor. Bunun yanı sıra Kosmos filminde Kosmos ve Neptün’ün hayvansal şaman ritüellerini andıran haykırış ve çığlıklarının aksine Neptün’ün babasının mezbahada kasap olması ve kesilen hayvan görüntülerinin vahşiliği ve kesilmeden önce bizlere ısrarla gösterdiği o hayvanların gözlerindeki aciz bakış çok sert bir ironidir.
Yine doğa ve insan hayatı iç içe geçmiş hatta özdeşleşmiş bir film olan Kosmos’da “Pisliği kar öldürür, su götürür” diyor Erdem… Nihayetinde inanca bezenmiş Kosmos, dokunduğu hayvanları, ağaçları, insanları iyileştirebilen bir şaman gibi bu kör dünyada, sadece kendisinin duyabileceği bir fısıltıyla şöyle mırıldanıyor:
“Herkesin başına herşey aynı şekilde geliyor. İyiyle kötünün, cömertle cömert olmayanın başına gelen şey aynı. İyi adam nasılsa, suç işleyen de öyle. Yemin edenle, yeminden korkan aynı birbiri gibi… Hayatta her şeyde bela şu ki; herkesin başına gelen şey aynı… Çünkü yaşayanlar biliyorlar ki ölecekler. Fakat ölüler bir şey bilmez. Ve onlar için bir ödül yok. Çünkü onların anılması unutulmuş.”
Erdem’in yine Jîn filminde Jin’e en büyük gücü ve teselliyi, benzer tehditler altında beraber saf tuttuğu hayvanlar verir. Reha Erdem, filmde hayvanları Jîn’i kollayan ve onun acısını paylaşan rollere büründürüyor, hayvanları Jîn’in başından geçenlere şahit ediyor.[15]
Sonuç olarak bütün bir Türk Sineması içinde ayrı bir yerde kendi özgül ağırlığıyla durur Reha Erdem Sineması. Şiirsel ve simgesel bir anlatımla sinemamıza felsefi bir zenginlik getiren Reha Erdem, ne popüler kültüre hizmet etmektedir ne de bu kültürün alıcılarına… Onun için olsa gerek Reha Erdem Sinemasının aynı zamanda ayrı bir Reha Erdem seyircisi oluşturduğu muhakkak… Öyle ki; gişesi ne olursa olsun o seyirci Reha Erdem filmlerindeki gerçek üstü hakikatin ve bir çeşit özgürleşmenin peşinden gitmeyi asla bırakmaz.
[1] Kış Uykusu, Mağara Dergisi, 2 Temmuz 2014.
[2] Bir Türkiye – Fransa ortak yapımı olan A Ay, 1989 yılında Nantes – 3 Continents 2. lik ödülüne layık görülmüş, 1990 yılında Prix L’Age D’Or ve Avrupa Film Ödülü’ne aday olarak gösterilmiştir. Türkiye’de de Yazarlar Birliği, Reha Erdem’i yılın yönetmeni olarak seçmişti.
[3] Yeşim Tozan (A Ay’ın Yekta’sı) ile 12 Nisan 2013 tarihinde yaptığım görüşmeden alınmıştır.
[4] Bkz. François Truffaut Sineması
[5] Yazarın A Ay üzerine 26 Nisan 2013 tarihinde Mağara Dergisi’nde yayınlanan yazısından alıntıdır.
[6] Kosmos, V. Durmaz, Mağara Dergisi, 15 Haziran 2014.
[7] Puslu Manzaralar, V. Durmaz, Mağara Dergisi, 16 Ağustos 2013.
[8] Hayat Var, V. Durmaz, Mağara Dergisi, 10 Haziran 2013.
[9] T. Tekerek, Reha Erdem Röportajından, Taraf Gazetesi, 11 Nisan 2010.
[10] “Sol eli başımın altında olsun, Sağ eli beni kucaklasın!” cümlesi Tevrat’ın Neşidler Neşidesi Bab 2:5-6’de geçmektedir.
[11] Şarkı Söyleyen Kadınlar, Volkan Durmaz, Mağara Dergisi, 21 Eylül 2014.
[12] İncil, Vaiz, Bab 3/1-8.
[13] Kur’an-Kerim, Bakara Suresi, 286. Ayet.
[14] Kur’an-ı Kerim, En’âm: 122.
[15] Jin, Volkan Durmaz, Mağara Dergisi, 19 Kasım 2013.