Puslu Manzaralar
“Ağır ağır hiçliğe giden bir salyangozum.”
(Bu yazı 16 Ağustos 2013 tarihinde Mağara Dergisi’nde yayınlanmıştır.)
Yunan Yönetmen Theo Angelopoulos’un 1988 yapımı filmi “Landscape in the Mist-Puslu Manzaralar”(1), belirsizlik içerisinde beliren meçhul umutlar peşinde sürüklenen iki çocuğun hikâyesidir. Birisi 12 yaşında bir kız olan Voula (Tania Palaiologou) ve kendisinden küçük erkek kardeşi Alexander’ın (Michalis Zeke), bir türlü cesaret edilemeyen ve bir belirsizlikle kaplı yolculuklarının öyküsüdür. Bilinmeyen babalarını (2) bulmak için Yunanistan’dan Almanya’ya doğru yola çıkarlar.
Volula, babasına bir mektubunda şöyle seslenir:
“Sevgili Babacığım,
Sana yazıyoruz çünkü gelip seni bulmaya karar verdik. Seni hiç görmedik ve seni özlüyoruz. Hep senin hakkında konuşuyoruz. Ayrıldığımız için annem çok üzülecek. Onu derinden seviyoruz, sakın sevmediğimizi düşünme ama hiçbir şeyi anlamıyor. Senin nasıl göründüğünü bilmiyoruz. Alexander bir sürü şey söylüyor. Seni rüyasında görüyor. Seni çok özlüyoruz. Bazen okuldan eve giderken peşimden ayak sesleri duyduğumu zannediyorum, senin ayak seslerini… Dönüp baktığımda ise orada hiç kimsecikler olmuyor. Sonra, kendimi yalnız hissediyorum. Sana engel olmak istemiyoruz. Sadece seni tanımak istiyoruz, sonra geri döneceğiz. Bize cevap yazarsan tren sesiyle yap : tatan… tatan… tatan… tatan… İşte buradayım, seni bekliyorum… tatan… tatan…
Voula”
Daha ilk başta bu sonu belirsiz kaçış, Alexander’ın bir çocuk saflığında rüyalarıyla umuda dönüşmüştür. Küçük Alexander’ın da dediği gibi rüyalarında ‘başlangıçta karanlık vardı, sonra ışık oldu’…
Bu film bana benzer yaşlardaki iki kızın (Hayat ve Voula) dramatik çaresizliğinin benzemesinden olacak, Reha Erdem’in “Hayat Var” filmini anımsattı. Ama şu farkı belirtmeliyim ki; Angelopoulos’un hissettirdiklerini kelimelere dökmek gerçekten zor.
Yolculukları esnasında iki kardeş, yürüyerek sınır geçerler, tren vagonlarında biletsiz kaçak seyahat ederler. Yollarının gezici bir tiyatro grubunun yakışıklı bir elemanı olan Orestis (Stratos Tzortzoglou) ile kesişmesi ise önlerine çıkmış olan tek güzel şeydir. Ama bu karşılaşma ve kendisi de bir arayış içinde olan Orestis, küçük kızın “aşkta” en büyük hayal kırıklığına dönüşecektir. Zaten kendisi de nereye sürüklendiğinin farkında değildir:
“Ağır ağır hiçliğe giden bir salyangozum.”
Soğuk bir kasabada esas ölümün soğukluğuyla yüzleşeceklerdir. Bir atın ölümüne şahit olurlar. İçleri ve gözleri kan ağlar. Tanrıya ulaşmanın zorluğunun da ilk işaretidir bu…(3)
Orestis: “Her zaman böyledir, ilk kez hep böyle olur, kalp çok hızlı atar ve insan titremeye başlar. Her zaman böyle olur… İnsan ölmek ister”
Film boyunca Eleni Karaindrou’nun eşsiz Adagio’su (4) ile derin duygusal bağları büyük başarıyla yansıtan Angelopoulos, sade ortamlarda durgun kamera hareketleri, şiirsel anlatımı, eşsiz çekim tekniği ve tertemiz görselliği ile iki çocuğun tüm masumiyetini ortaya koymakla kalmaz, izleyeni büyüler, izleyiciyi içine çektiği duygusallıkla ödüllendirir.
Bir sahnede 12 yaşındaki Voula, bir kamyonun arkasında en acı deneyimini yaşar. Angelopoulos, bu sahnede kamerasını resmen dondurmuştur. İzleyenin boğazındaki yumruk da gittikçe yutkunması zor bir lokmaya dönüşür.
Film, düşlerinden ve masallarından kopmak zorunda kalan çocukları, yabancı yollarda kaybolmayı, karanlıkları ve bulunması olanaksız aydınlığı vurgular. Bir sahnede iki kardeş, insanlar sokaklarda hareketsiz donmuş şekilde dururken, karın altında gerçekliğin içinden kaçıp giderler.(5)
Puslu Manzaralar, özellikle final sahnesindeki el imgesiyle kirli ve puslu bir dünyada acıyla büyümenin, büyüsen de kaybolmanın hiç bitmeyeceğinin gerçekliği sanki…
Hayat da Voula’nın yaşadıkları gibi puslu, kirli ve yağmurlara gebe bir “bulamayışın” hikayesi… Theo Angelopoulos’un ve bu bulamayışın hikayesi olan Landscape in the Mist ile insan şu soruyu sormadan edemiyor:
Tanrı neden bazen sessiz kalır!
[1] Angelopoulos’un “Sessizlik Üçlemesi” nin son filmidir.
[2] Bilinmeyen ve sığınma ihtiyacı duyulan “Baba” metaforu, yoksa Tanrı olmasın!
[3] Atın öldüğü sahnede aynı anda bir de düğün gösterilir. Yaşam ile ölümün iç içe geçtiğinin ifadesidir bu sahne…