Beş Şehir

Her kabuğun altında saklı bir yara, her yara, kendi acısını saklıyor… Nice hayatların ne doğru, ne yanlış yaşanabildiğinin bir örneklemesi Beş Şehir… Ölüm, tüm samimiyetiyle yanımızdayken yaşamın sayısız saçmalığına, trajedisine, yaşattığı bulantı ve bunaltılara katlanamamak ne kadar da manidar…
Tansu Biçer, kurgu ve Ahmet Kaya…
Ana teması ölüm ve trenler olsa da Beş Şehir filminden hafızama kazınan belirgin ilk üç kelime bunlar… Yönetmen ve Senaristliğini Onur Ünlü’nün yaptığı 2009 yapımı “acıklı” ve kısmen gerçeküstü[1] filmi “Beş Şehir”, İstanbul ve Eskişehir’de başlayan ve Afyon’a uzanan beş insanın kesişen hikayesini yada ölümün farklı hikayelerini anlatıyor. Çırpındıkça batan bir polis, ölümü bekleyen bir tezgâhtar kız, ölümü tanrıdan ödünç alan bir öğretmen, kaybedecek bir şeyi kalmamış bir şair ve kâğıttan bir el ile hayata tutunan 11 yaşında bir çocuğun, yaşamla, ölümle ve aşkla iç içe geçen hikayeleri, tırmanan bir karamsarlıkla ve müthiş bir doğallıkta anlatılıyor. Oyuncuların üstün performansı ve hayranlık verici bir kurguya sahip filmin çekimleri de İstanbul’un yanı sıra Afyon ve Eskişehir’de gerçekleşmiş, bu şehirler, ölüm ülkesinin şehirlerine dönüşmüş adeta…

Olaylar, an’lar ve dolayısıyla durumlar sanki birbirine trenlerle bağlanıyor. Çünkü “trenler modern çağın getirisi olmasına rağmen çağının gerisinde ve ötesinde” kalabiliyor.”[2]
İlginç senaryolu filmde sürprizli hikâyeler, daha da sürprizli bir biçimde birbiriyle çarpışıyor, kesişiyor, iç içe geçiyor. Aynı şekerci dükkanı, çay bahçesi ve deniz kenarı bir cafe gibi ortak mekanların kullanıldığı filmde en pesimist sahnelerde ise Ahmet Kaya’nın tüyleri diken diken eden şarkısı “Beni Vur” ile her karakter yıkılıyor; trajedi düğümü, adeta boğazımıza tahtını kuruyor…
AYDIN
Filmin daha ilk dakikasında sağlam bir kurgunun sinyalini veren Ünlü, başka bir filmde yer alan kıza, başka şehre tayini çıkan Polis memuru Aydın (müthiş oyunculuğu ile Tansu Biçer) karakterinin kompartımanında yer vermiş. İstanbul’a tayin edilen -ve bütün bir film boyunca nefretimize paratoner olacak olan- Aydın, bu büyük şehre alışmaya çalışırken, mesleğinin kendisinde yarattığı ve dayattığı “saldırganlaştırılmış”lığı ile acımasızlaşmış ve haliyle sıradanlaşmıştır. Gece mesaileri yerini gündüzleri sıkılganlık haline bırakır. Her sabah aynı bakkala uğrayıp -hiç değişmeyen kahvaltı öğünü de buna dahil- tükenmekte olan ve telefonunun melodisini seçmeye dahi muvaffak olamayan, bıkmadan aynı yemeği yapan, evini aynalara hapsetmiş –ki belki de kendi kalabalığını ancak böyle sağlıyordu- bir tutunamayan…[3] Kaldı ki televizyonda görmese, annesi dışında bir endişe edeni bile yok!

Bu dağınık, sıradan ve düzensiz hayatı içinde, Beyoğlu’ndaki bir şekerci dükkânında çalışan Mehtap’a gönlünü kaptırıverir. Mehtap’ı iş çıkışı takip eden Aydın, parklarda, kafelerde kendisini Mehtap’ın karşısında oturuyor gibi hayal eder ve onunla kendi kafasının içinde –yani kendi dünyasında- sohbete dalar.Aydın: Nasıl salep iyi mi? Süte mi yapmışlar? Hayır süte yapmışlarsa içcem. Bizim orada direkman sütle yaparlar. Burada her şey farklı tabi… Burada her şeyi sulandırıyorlar!

Ancak ne yapsa Mehtap’ın dikkatini çekemez. Hayatının çoğunu geceleri sarhoşlarla, itle kopukla, gündüzleri ise eylemci üniversitelileri kovalamakla geçiren Aydın’a kalan da asosyal ve sıradan bir polis memuru olmaktan ve hatta zaman zaman esrar çekmekten öteye gidemez.
Aydın gene bir gün İstiklal’de Mehtap’ın çalıştığı dükkânın karşısında beklerken korsan film almış olan bir arkadaşı ile karşılaşır. Bu sahnede ilk filmi “Polis” le de dalga geçen Onur Ünlü, kendi filmine alaycı bir göndermede bulunur.[4] Aydın, tam bugünlerde Mehtap’ın karşısına çıkar ve kontrolsüz arzusunu Mehtap’a yöneltir. Onu takip eder ancak ondan istediği karşılığı alamaz. Tıpkı, hukuk öğrencisi Şevket’in, aynı şekerci dükkanında çalışan Dilek’in (Beste Bereket) dikkatini çekemediği gibi… Önce polisliğini kullanmaya çalışır, başaramayıp eline gözüne bulaştırınca yine mesleğine sığınıp üniversitede çıkan bir kargaşada hıncını eylemci öğrencilerden alır. Şüphesiz Aydın’ın gaddarlaşmışlığının altında aslında sevilmeye olan ihtiyacının yattığını görebiliyoruz.

Bir gün üniversitede çıkan kargaşada, Aydın’ın acımasızca başına copla vurduğu bir eylemci kız hayatını kaybedecek, meslektaşlarınca! telkin edilse dahi Aydın açığa alınacaktır. Ancak tam da sistem kendi çürümüşlüğünü kendisi kapatacakken -şiddetin hayattaki zincirleme etkisi ile- bombalı bir saldırı sonucu Aydın sakatlanacak ve gazi olacaktır.[5] Bu arada ne enteresandır ki bombalanan mekânın adı da “Kardeşler Kıraathanesi” dir!
OSMAN “Aydın” da olduğu gibi kıskançlık ve ulaşamamanın konu edildiği ve Eskişehir’de geçen bu öyküde, hastalığı sebebiyle okulda dışlanan 11 yaşındaki Osman (Ege Tanman), okulunun da katılacağı Afyon’daki folklör seçmeleri için halk oyunu ekibinde yer almak ister ama hastalığı buna engeldir. Osman’ın asıl amacı ise folklör bahanesiyle “platonik aşkının” elini tutmaktır. Hatta bunun için kızın elini çizdiği defteri çalıp, sevdiği kızın defterdeki el izini keser ve “kağıttan bir el” i tutarak onla oyun oynadığını hayal eder. Çünkü onun için kağıttan bir ele tutunmak, yaşama tutunmaktan daha heyecan vericidir! Bu hasta ve kötü tohum, o küçücük kalbiyle aşkı ve kıskançlığı yaşar ve yaşatır sanki… Kendi küçük hissettikleri büyük olan bu küçük adam da tıpkı diğer karakterler gibi içindeki çürümeye rağmen aşkının peşinden hesapsızca gitmekten çekinmez.

Ancak hastalığın pençesindeki Osman’ın çok az bir ömrü kalmıştır. Birgün okul çıkışında, yakındaki tren raylarında, seçmelere katılacağı için çok kıskandığı Mert’in çarıklarını görmek, denemek ister. Osman, yaklaşan trenin, hastalığıyla dalga geçen Mert’in üzerine yaklaştığını görür ama onu uyarmaz. Mert, 11 yaşında hasta bir çocuğun gururunun kurbanı olur. Mert’in yerine ise seçmelere kalan azıcık ömrüne bir teselli olsun diye Osman katılacaktır. Ancak seçmeler sırasında Osman, halayda yaptığı bir hatadan ötürü hayalini kurduğu elden bir tokat yiyecek ve ardından üzüntüden can verecektir.
ŞEVKET VE KEDİ
Günlerini şiir yazarak geçiren ve hayatta kaybedecek hiçbir şeyi/hiç kimsesi kalmamış olan Şevket[6] (Ahmet Rıfat Şungar) ve ona sürekli öğütlerde bulunan filozof bir kedinin[7] (Şebnem Sönmez) diyaloglarından örülü hikayede, Şevket hergün bir parkta aşık olduğu ve uğruna şiirler yazdığı kızın yolunu gözlemektedir. Hâlâ hukuk öğrencisi olup olmadığını bilemeyen Şevket’in hayatta hiçbir amacı kalmamış, okulunu da boşlamış, her sabah ağzına dayadığı silahıyla intiharcılık oynamaktadır. Bu defa ilk filmde, polis Aydın’ın yolunu gözlediği ve Beyoğlu’ndaki şekercide çalışan Mehtap’ın yine aynı dükkanda çalışan arkadaşı Dilek, bu filmde şair Şevket’in aşık olduğu kız olarak karşımıza çıkar. Sevdiğinin peşinden giden Şevket, tüm çabalarına rağmen Dilek’ten beklediği yakınlığı göremez ve Dilek’e yönelik çay daveti olumsuz sonuçlanır.

Şevket: Hiç ilgilenmedi benimle, çay içmeye davet ettim, oraya da gelmedi.
Kedi: E, çaydan.
Şevket: Ne çayı, ne alakası var?
Kedi: Çaydan, çaydan… Bu durumlarda kahve her zaman daha çok işe yarar. Bak, çayda kadınları rahatsız eden bir şey, böyle “yerel bir tını” var.
Şevket: Yerel mi? Ne alakası var. Çay yerel, kahve değil mi?
Kedi: Bak, “Benimle kahve içer misin?” sorusu, bütün kadınlarda, hepsinde aynı rahatlatıcı çağrışımı yapar; beyaz fincan, porselen, şık, mayhoş aroma kokusu, hele latin ezgileri heheeeyy neler neler… Ama çay, çay böyle “Başarısız erkek” gibi bir şey demek çay.
Şevket: Bence artık Heidegger[8] okuma, kafan iyice naziler gibi çalışmaya başladı.
Bu arada Şevket’in zaman zaman cebindeki silahla rus ruleti oynadığını fark eden Dilek, Şevket’le buluşmaya karar verir. Şevket, Dilek’e kendini şöyle tarif eder:
“Annemi kaybettik geçen sene. Babam zaten yok; Kardeşim askerdeyken öldü. Şehit diyolar ona ama o elektrikçiydi. Bi paşanın havuzunun tesisatını tamir ederken çarpılmış. Şehit sayılır mı sence? Bi ikisi vardı. Annemle kardeşim yani. Altı aydır onlar da yoklar…”
“Sonra bir sabah seni gördüm, sonra bir sabah daha gördüm… sonra hep gördüm…” diyen Şevket’in hayata tutunmanın tek sebebi olmuştur Dilek… Tıpkı son sıkımlık bir kurşun gibi…“Ben kansermişim. Kanser… İlik… Her sabah bu tabancayı böyle çeviriyorum, ağzıma dayıyorum. Çok mermim var benim ama bir tane koyuyorum. Çünkü sen varsın…”

Bu “tutunamayış” Dilek’in hoşuna gitmeyecektir çünkü yaradan daha büyük yaralar vardır. Şevket, dünyanın en büyük sorununun kendinde olduğuna inanmaktadır. Dilek ise Şevket’in sorunlarını küçük görür ve “o da bi’şey mi” der; ancak lafının sonunu getirmeyecek derecede de acımasızdır. Bir o kadar da kırılgan ve hassas bir hali vardır ki biz bunların hepsinin sebebini sonradan öğreniyoruz. Çünkü o da ölümü bekleyen bir yolcudur Onur Ünlü’nün treninde…Dilek: “Dünyada tek acı çeken sen misin? Herkesin kendine göre bir derdi var. Ne ki bu!”

TEVFİK ÖĞRETMEN
Artık düğümlerin sırasıyla atılıp hayatların kesişmelerini gösteren sahnelerin birer birer geldiği hikayeler, sonunda bu bölümde buluşurlar.
Hayatta bir hastalar var, bir de çevresi hastalar… Ya kendinin, ya başkasının, ama herkes bir şekilde katil… Tren çarpmış olan Mert ve kısa ömrünü sevdiği kızla elele tutuşmak hayaliyle tüketen Osman’ın öğretmenleri olan ve kendinden yaralı tek karakter Tevfik (Bülent Emin Yarar), kardeşi Hasan’ın yatağa bağlı hasta karısı Perihan’a bakmakla yıpranmıştır. Yengesinin hasta haliyle çektiği acılardan hayıflanan karısı (2. Karısı) Nesrin’in şikayetlerinden bıkmıştır bir yandan da… Allah, insanı bazen başkasının acısıyla sınar. Başkasının çektiği acı, senin de acın olur. Sonra onun acı çekmemesini istersin, sonra Allah’ın onun canını almasını… Sonra da üzülürsün… Vicdan azabı çekersin… Ömür boyu çekersin…

Tevfik öğretmen de sabahlara kadar acıdan kıvranan yengesinin inlemelerine bir son vermek ve –bir anlamda- herkesin acısını dindirmek için başucunda “Allah” yazısı asılı yengesini yastıkla öldürür. Allah’ın verdiği canı almıştır!
Onur Ünlü’nün bu sahnede inanılmaz bir şey yaptığına şahit oluyoruz. İzleyenin tüylerini diken diken eden bu sahnede Tevfik’in boğduğu yengesinin can verdiği anda duvardaki Allah yazan tabloda birden bir ışık belirir. Onur Ünlü bu sahne ile hem filmine, hem de Türk sinemasındaki en etkileyici sahnelerden birisine imzasını atmış olur.[9]
Burada Onur Ünlü’nün benzer biçimde kendi hayatından izler de görüyoruz. Çünkü Azrail’in son anlarında zorladığı bir annesi vardı, daha önce anlatmıştı ve gene ağlanamamıştı:
“Ben annem beni döverken çok ağladım çünkü annem
gırtlağından hırıltılar çıkarırken nasıl terliyordu, görmeliydiniz…
……
Ben Azrail’i annemin yanında görseydim ona bir çift lafım olurdu,
derdim ki şimdi yani af edersin ama o sıktığın annemin gırtlağı…”[10]

“Kimse kimsenin yerini tutmuyo ki baba”
Beyoğlu’ndaki şekercide çalışan ve şair Şevket’in aşık olduğu Dilek’in babası olduğunu da öğrendiğimiz Tevfik öğretmen, ne kadar pişmanlık duysa da iş işten geçmiştir. Dilek, yengesinin ölümünü duyar duymaz Eskişehir’e gelir. Babasına kendisi hakkındaki kötü haberi verecektir. Pankreas kanserine yakalanan Dilek’in çok az ömrü kalmıştır.
Kemoterapiye başlayan Dilek, babası ile Afyon’da gerçekleşecek folklör elemelerine gider. Tabii hasta Osman da dahil…
DİLEK
O günlerde saldırı sonucu malulen emekli olan polis memuru Aydın da memleketi olan Eskişehir’e kontrole gelir -ki kendisi de Tevfik öğretmenin eski öğrencisidir- ve tesadüfen Tevfik öğretmen ve kızı Dilek ile karşılaşırlar. Aydın’ın şekercide takip ettiği Mehtap’ın korkudan işi bıraktığını da bu hikâyede Dilek’ten öğreniyoruz. Aydın ise bir bombalı saldırı sonucu aklını iyice yitirmiş, ölümün kendisini gelip almasını bekleyen Dilek ise aklını yitirmenin eşiğine gelmiştir. Artık akış ve kimya bozulur. Dilek’in kendisine arkadaşlık etmesini isteyen –aslında bir ilgiye muhtaç olan- Aydın, Dilek’in olumsuz tavrıyla karşılaşır.
Aydın: Herkes kaçıyor benden. Sakatım diye herhalde…
Dilek: Yok be Aydın… Yani herkesin kendine göre bir derdi var. Senin sakatlığınla çok da ilgilendiklerini sanmıyorum ben.
Aydın: Niyeymiş o? Niye ilgilenmiyorlarmış? Ben bu kolu onlar için verdim! Ben bu kolu sizin için verdim! Azıcık ilgiyi haketmiyor muyum?
O an kadraja Şevket’in kedisi girer. Şevket’in öldüğü haberini verir Dilek’e… Derken Tevfik öğretmenin kardeşi Hasan, abisi karısını öldürdüğü için vicdanen huzursuz olur ve abisini polise ihbar etmekle tehdit eder. Üst üste ölüm haberleriyle boğuşan Tevfik’e en son vurgun kardeşinden gelir ve karısını öldüren abisine “kısasa kısas” ilkesini hatırlatır:Hasan: “Sen benim karımı öldürdün. Karşılığında karını vereceksin!”

Her ne kadar Afyon’da başarısız geçen seçmeler, Osman’ın sevdiği kızdan yediği tokatla neticelense de, filmin ortasından itibaren birbiri içine girmiş trajedi ile beslenen kurgu ve hayatların kesişme anları ile türlü türlü şaşırtmalar, seyirciyi peş peşe tokat yemişe döndürmektedir.
Kedinin ölen Osman’ı kaldırıp çöpe atması ise üzerine kafa yorulması gereken sahnelerden…
İnsanoğlu bir bakmışsın “kağıttan bir el” de mutluluğu bulur, bir tokatla yok olur!
Kimi zaman tabancalar, şiir kokan ağızlara hapsolur…
Hayata güzel bakan insanın acısı da kapkara olur!
Kimi zaman Rus ruleti oynadığımız, kimi zaman kağıttan bir elle tutunmaya çalıştığımız, bazen koskoca kalabalıkların içinde yalnız kaldığımız ve aynalarla kendimize arkadaş edindirdiğimiz hayatın herkese aynı ağırlıkta çökmediğini gösteriyor Beş Şehir…
Gerçek olan şu; filmin başında ölüm isimli bir trene biniyorsunuz ve o trenden bir daha geri inemiyorsunuz.
Bir ince pusuda olan, bir yolun sonunda olup sessizce tükenecek olan insanların öyküsünü anlatan film bize öğretiyor ki; hayata karşı güçlü ve akıllı olmak da bir işe yaramıyor…
Herkes öldü ve herkes ölecek. Hatta anlatıcımız bile aynı trende! Kaldı ki cenazeler bekletilmez!

- [1] Kedi, ölüm anında Allah’ın tabloda kendisini hissettirmesi ve oyuncak trenin birden bire pencerede gezinmesi vb sahneler…
- [2] “Trenler kadar modern paradigma içinde bulunup da modernden bu kadar uzaklaşabilen bir makine yok.” 29. İstanbul Film Festivali sırasında, “Beş Şehir”in 15 Nisan’daki gösterimi sonrasındaki Onur Ünlü söyleşisinden…
- [3] Onur Ünlü, aydın karakteriyle müthiş bir polis eleştirisine de imza atmaktadır.
- [4] “Polis diye film mi var?” https://youtu.be/rxm9Jrs74xs
- [5] “Acı çeken de çektiren de aynıdır” A. Schopenhauer
- [6] Şair ve kanser olması sebebiyle Onun Ünlü, bu karakteri kendisinden yaratmış olabilir. (Bkz. Ah Muhsin Ünlü ve http://www.haberturk.com/kultur-sanat/haber/687544-iyiyim-ama-hastayim)
- [7] Filmin fantastik/gerçeküstü unsurlarından olup, diğer hiçbir şey gibi metafor değildir.
- [8] Martin Heidegger, varoluşçu felsefenin önde gelen isimlerinden biri olarak bilinen Alman filozof.
- [9] Dk. 54
- [10] Onur Ünlü’nün annesini kaybettikten sonra yazdığı son şiiri: “Resulullahla Benim Aramdaki Farklar” https://youtu.be/xBh2QsQcZz4