Canım Kardeşim
“Kanını satarak kardeşine bir yemek yedirdi diye istersen astır beni. Hadi durma.”
(Bu yazı 8 Ocak 2013 tarihinde Mağara Dergisi’nde yayınlanmıştır.)
Yoksulluk Yeşilçam’ın belki en değerli temalarından birisi olmuş ama hiç bu kadar güzel anlatılamamıştır. Yönetmen Ertem Eğilmez’in 1973 yapımı dram filmi “Canım Kardeşim” bir dönemin yokluk yıllarının da tarihini yazması bakımından büyük bir önem taşıyor. Bu film belki de dünya sinema tarihinin en acıklı ama aynı zamanda kirli düşünce sokaklarınızı gözyaşı yağmurlarıyla temizleyen filmlerden birisidir.
Film, kaybedecek hiçbir şeyi olmayanların, görsel ve anlatımsal bir bütün olarak “aylaklığın”, sınıfsal zeminde “lümpenliğin”, olağan “mutsuzluğun”, kimine göre “ahlaksızlığın”, varoluşsal açıdan “dekadanlığın” temsili izleyenlere bir tahayyül kapasitesi sunar.
Memleketin yokluk yılları…
Türkiye’nin yokluk yılları… Fakirlik, çaresizlik, mahallede televizyon gelen evler… Kara borsalar içinde kıvranan, yoksulluğa tuş olmak üzere olan toplumumuz kendini izlemek istemiyor perdede. Bundan dolayıdır ki, (Ertem Eğilmez’in ifadesine göre) dönemin en az izlenen filmleri arasında yer almış bu film. Sinemanın altın yıllarında bu denli kaliteli bir yapım sırf doğruları dediği için hasıraltı edilmiş… Halk yoksulluğa ve yenilgiye sırt çeviriyor. Kendi kanı hiç satılmamış gibi bakıyor hayretle… Dizlerinin dibinde oturan küçük kahramanları görmezden gelmekle cebelleşmiş. Her kıraathanede işsizin kanını satan kan simsarları…
Küçük Kahraman, ağabeyi (Tarık Akan) ve ağabeyinin sadık arkadaşı Halit (Halit Akçatepe), birlikte yoksul ama neşeli bir hayat sürdürmektedir. Babaları eşek sırtında su satarak kıt kanaat geçimlerini sürdürürler. Devamlı bir işleri olmayan ve günlerini daha çok aylaklıkla geçirirler. Umut fakirin ekmeğidir. Babaları bir gün dumandan zehirlenerek hayatını kaybeder. Eşeklerini kaçak bir kasaba! satarak babalarına mezara verirler. (Babalarını gömerken, babalarının kuru mezarına yağmur altında bakıp, bir başkasının mezarına taziye için gelen çelenki alıp babasının mezarına sermesi vurucu bir başka sahnedir).
Bu arada Kahraman Tarık’ın başına kalmıştır.
Tarık: Babam da ölecek zamanı buldu. Kolaysa bu saatte eve git.
Halit: Ehh.. Napalım? Sıpanın küçüğünü sattık ama küçüğü elimizde kaldı!
Halit ise kirasını veremediği için evden atılır ve Tarık ve Kahraman’ın yanına yerleşir.
Bir sahnede Almanya’ya gitmeye hazırlanan gurbetçi adayı Kemal Sunal’ı kandırırlar ve ona muayenede çişi temiz çıksın diye temiz sidik starlar.
Hikayede ikilinin tek amacı küçük Kahraman’ın okuması ve hayatını kurtarmasıdır. Küçük Kahraman bu arada zaman zaman diğer çocuklarla birlikte, mahallede televizyonlu evlerin camlarından ve dükkanların vitrinlerinden televizyon izler. Parasızlığa rağmen keyifli bir hayat geçiren bu küçük ailenin mutluluğu öğretmenin Kahramanla ilgili bir gerçeği ortaya çıkarmasıyla son bulur.
Kahraman’ın öğretmeni (Adile Naşit) Kahraman’ın abisini okula çağırır. Kahraman’ın derslerine daha fazla ilgi göstermesi gerektiğini söyler. Bu arada Kahraman sürekli kaşınıp durur, hatta okulda öğretmeni uyuz olabileceğini düşünür. Fazla kaşınmasından şüphelenen öğretmeni Tarık’a Kahraman’ın bir doktora gösterilmesini söyler. Çocuğun olmadık zamanlarda uyuya kalması ve en ufak şeyde yorgun düşmesi şüphe uyandırır ve Kahraman’a lösemi teşhisi konur. Doktor küçük çocuğun çok kısa ömrü kaldığını ve son günlerini iyi geçirmesi gerektiğini söyler. Bundan sonra Tarık ve arkadaşı Halit’in tüm gayreti Kahraman’ın kalan ömrünü mutlu geçirmesidir. Kahraman’ın ise en büyük isteği bir televizyondur. Halit ve ağabey bundan sonra tüm güçlerini bir televizyon alabilmek için harcayacaktır.
Kahraman- abi, uyuz olduysam iğne mi yaparlar?
Tarık- yok… madalya takarlar.
Halit- ben oldum, ördek kakası sürdüler.
Kahraman- geçti mi?
Halit- geçer mi, daha beter azdı.
Kahraman- sonra ne yaptın?
Halit- kaşındım durdum.
Kahraman- ehih.
Minik Kahraman’ın Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastanesinde muayeneye gittiği sahnede, hastane koridorlarında bekleyen fakir insanların her birinin elinde dertli dertli tüttürdükleri sigaraları, fakirliğin, fukaralığın ve hastalığın hastanelere taşındığını gösterir şekilde hafızalarda yer etmiştir.
Bu arada Kahraman’ın öğretmeni, Tarık’a kardeşinin son günlerini dilediği gibi geçirmesi için ona izin verir.
Tarık ve Halit’in gecekonduların konumlandığı bir tepeden karşı tepede yer alan apartmanların çatılarındaki televizyon antenlerini hayal kurarak izlemeleri ve minik Kahraman’ın son isteği olan bir televizyonu edinme hayalleri ve alamamaları, büyük bir acının ve derin çaresizliğin fotoğrafıdır. Bir sahnede deniz kenarında Kahraman’ın arkasından yürüyen Tarık ve Halit, kara kara düşünmektedir. Halit, kendisine küçük gelen ceketinin içindeki kazağının kolunu üşümemek için sündürmüş ve ellerini saklamış bir haldedir. Üçü de pejmürde bir haldedir.
Bir sahnede Tarık ve Halit, kan simsarı Mehmet (Metin Akpınar) ile meyhaneye giderler. Halit orada bir konsomatris görür ve keyfi kaçar. O kadın Halit’in annesidir.
O yıllarda popüler olan kan satışı karaborsadır (Metin Akpınar filmde kan satan fırsatçıdır). Tarık’ın kardeşine son günlerinde güzel bir yemek yedirmek için kanını satarak pahalı bir restorana götürmesi… Tarık pahalı lokantanı hesabını bile ödeyemez ve lokanta sahibiyle tartışır;
“Kanını satarak kardeşine bir yemek yedirdi diye istersen astır beni. Hadi durma. Ne duruyorsun! Çağırsana polisi!”
Yani kardeşini azıcık mutlu etmek için hırsızlık yapan, kanını satan bir abi ve ona her zaman destek veren kan kardeşinin hayata karşı direnişini anlatabilmek için ise her kelime kifayetsiz kalır. Hayatın tüm kahpe yanlarını görmeniz mümkün bu filmde…
Hatta mahalle kahvesinde kulağını bir an olsun radyodaki kan anonslarından ayırmayan bir arkadaşlarının lakabı “er aş negatif” dir.
Kahraman’ın dramı
Filmde Kahraman rolünü, film çekildiğinde henüz 9 yaşında olan Kahraman Kıral (1964 doğumlu) oynuyor. Türk sinemasının en iyi çocuk oyuncularından olan Kahraman Kıral, bu filmiyle oynadığı karakteri canlandırmamış adeta yaşamıştır. Kıral, bu filminde o çocuk halini aşıp büyük bir aktör gibi rolünü oynamış, insanın içini burkan sahneleri Türk sinemasına kazandırmıştır. Kahraman Kıral, bu filmdeki performansıyla büyük yaşta oyunculara bile “oyunculuk dersi” olarak izlettirilecek nitelikte başarılıdır.
Bir sahnede Tarık ve Halit, Kahraman’ın amansız hastalığı hakkında konuşurken bir anda Kahraman içeri girer ve konuşmalara şahit olur. Öleceğini öğrenmiştir. Bir çocuğun öleceğini öğrenmesi ve bunu çok sıradan bir şekilde dile getirmesi insanın içini parçalar bu sahnede…
Kahraman arkadaşıyla misket oynarken:
– Olm biliyor musun ben ölecekmişim.
– O zaman ölünce misketlerini bana verirsin dimi?
– Tabi veririm olm..
İzmir’den İstanbul’a gitmek için, kamyon şoförü ile anlaşma sahnesinde Tarık Akan “Abi kardeşim çok hasta. Gitmezsek çok kötü olacak” demesinden sonra yüz ifadesine bir bakılmalıdır. Bu sahne, “bir çocuk bu kadar mı masum olabilir bir çocuk” dedirtir.
Canım Kardeşim filminin Cahit Oben imzasını taşıyan dramatik müziği de en az hikaye kadar içler acısıdır. Cahit Oben, sanki çaresizliğin, dibe vurmuşluğun müziğini yapmıştır. (1)
“Canım Kardeşim” bir anlamda kardeşe olan sevginin de en güzel biçimde ifade şeklidir.
Filmin son sahnesinde Tarık, minik kardeşinin kalan kısa ömründe son isteğini yerine getirmek için Halit’le birlikte bir televizyon (ç)almıştır. Bu filmde çalmak o kadar masumdur ki!
Tarık bir an şöyle der: “ooff amma da sevinecek kerata! Kahraman… kahraman? bak televizyon aldık…”
Tarık, Kahraman’ı uyandırmaya gittiğinde artık çok geçtir… Kahraman’a son sözleri şu olur: “Canım Kardeşim…”
“Kahraman hiç değilse bir kere olsun izleseydi de öyle ölseydi bari” derken bulursunuz kendinizi.
Ağlattın beni küçük…