Neden Tarkovski Olamıyorum!
“İlkelerine bir kez olsun ihanet eden insan,
hayat ile olan saf ilişkisini yitirir.”
Tarkovski
Yönetmen MURAT DÜZGÜNOĞLU ve Oyuncu Vuslat SARAÇOĞLU söyleşisi…
22 Mayıs 2015 – ilef / Ankara Üniversitesi
(Bu yazı ilk olarak 1 Haziran 2015 tarihinde Mağara dergisi’nde yayınlanmıştır. )
Tarkovski Olmak ya da olamamak! İşte bütün mesele bu…
Yönetmen Murat Düzgünoğlu’nun 2014 yapımı filmi “Neden Tarkovski Olamıyorum” ilk bakışta film içinde film çekmenin hikâyesi gibi görünse de özünde samimiyetin önemine değiniyor. Düzgünoğlu, Tarkovski’ye ilkelerinden ödün vermemenin bir timsali olarak samimiyet sembolü görevini yüklüyor. Üstelik bunu yaparken filminin başnda onu işaret ediyor ve Tarkovski’nin Stalker filminde suya paralel ilerleyen rüya sahnesine vurgu yaparak başlıyor.(1)
Düzgünoğlu, içtenliği ve samimiyeti tanımlamak için “Tarkovski olma” kavramını seçiyor çünkü Tarkovski, sinema sanatında duruşu, cesareti ve kendiliğindenliğiyle çok önemli bir yerde… Tarkovski’yle yüzleşen onu kendine ayna yapan insanda biraz da samimiyet yetersizliği hissi uyanıyor.
NTO 23
Kendi içsel gelgitleri neticesinden de anlıyoruz ki Bahadır sadece rüyasında Tarkovski olabiliyor! Tıpkı hepimiz gibi… İlkelerimizden ödün vermeden bir yaşam sürme çabamız, olmak zorunda olduğumuz yerle kendi iç dünyamız arasında sıkışıp kalıyor ve bu durum canımızı çok acıtıyor.
Bahadır’ın bu sıkıntılarına bir de parasızlık, aile faktörü, sorun çıkaran sevgili ve kendisine yük olan ama onlardan kurtulma derdi de taşımadığı ev arkadaşları eklenince yaşamı bambaşka bir boyuta giriyor.
Tabii ki hikâyenin temelini Tarkovski oluşturmuyor kuşkusuz. Burada esas dert, ‘formüller’ ve belli kalıplar üzerinden yürüyen Türkiye sinemasının bu üretemeyen durumu aşmak veya üzerine bir şey koymak adına hiçbir çaba göstermemesi durumu…
Bir film yapma sürecinde bir senarist ve yönetmen olan Bahadır (Tansu Biçer), film yapmadaki sıkıntılı sürecini ve özel yaşamındaki problemleri gerçeklik ile idealin çatışması gölgesinde ortaya koyuyor.
Büyük hayalleri olan ve Tarkovski gibi bir film yapmaya çalışan Bahadır, içinde bulunduğu şartların yetersizliği ve film piyasasında tercih edilen konuların sıradanlığı ve özgünsüzlüğüyle çepeçevre sarılmış halde iken, özel yaşantısında yer alan insanlar ya ayağına dolanıyor, yada ona kolaycılığı/ilkesizliği işaret ediyor.
‘Tutunamayan’ bir yönetmenin hayatı olarak da bakabileceğimiz film, faturalarını dahi ödeyemeyen ve bu sebeple gitgide dibe vuran ama varoluşa dair derin kaygılarla yeni bir ivme yaratmaya müsait bir algı yaratıyor karakterinin üzerinden…
Murat Düzgünoğlu ve Şebnem Vitrinel’in ortak çalışmasıyla hayat bulan senaryoda, Bahadır’ın gerçek anlamda sanat yapmak adına filmi için fon arayışları ve sonuçta istemeyerek de olsa kendini ana akım film yapmaya zorlaması… ki arkadaşlarına göre isim yapmak için önce bu vıcık vıcık ‘ana akıma’ uyması gerekiyor. Halkın sevdiği, görmek istediği bir komedi, köy ya da cıvık aşk filmi yapması gerekiyor- Yapımcının tavsiyesine göre senaryo yazmak için bilgisayarın başına geçtiğinde her yönüyle ruhunun daraldığını gösteren o surat ifadesi ve sürekli Tarkovski’nin o sözüne gözünün ilişmesi…
“İlkelerine bir kez olsun ihanet eden insan, hayat ile olan saf ilişkisini yitirir.”(2)
Asistanı aracılığı ile destek bulmak için gittiği arabesk klipler çeken bir yapımcının kendisine “Bu film olmaz…” diyerek başlayan cümlesinin devamında iki erkek arasında kalan bir kadının hikayesini çekmesi, aşk filmi yapması da ona getirilen öneriler arasında… buradan da anlıyoruz ki günümüz sinemasında mevcut sistemin başarı diye tanımladığı şeyin belli formülleri var. O formüller bazı kapıların daha kolay açılmasını sağlayabiliyor. Keza bu sahnede Bahadır’ın zayıf anına şahit oluyoruz. Ama ne uğruna?
“-Bahadır kardeşim… Fena olmamış. Ellerine sağlık. Yani… Yazmayı beceriyorsun belli… Ama bu film olmaz! Niye biliyor musun? Bunu kimse izlemez. Siz bi’ Tarkovski filmi yapmak istiyorsunuz. Bergman filmi… Olmadı Kiarostami filmi yapmak istiyorsunuz.
-Yapamaz mıyız?
-Çekersiniz tabi. Babanızın parası varsa istediğinizi çekersiniz!’’
Bahadır evinde senaryosuna fon bulmak için birtakım listeler yapıyor ki bağımsız kalmak yada istediğini yapmak adına zayıf bir davranış bu…
Bahadır’ın filminde sahne kurulmuş, her şey hazırlanmış, oyuncular yerlerini almıştır. Bahadır filmini çekmeye başlayacaktır. Ancak sonradan fark edilir ki, basit bir film için bile gerekli dekor malzemeleri sağlanamaz. Bu kimi zaman dallardan yapılan bir geyik kafası, kimi zaman da kalemle çizilen bağlama telleridir. Nihayetinde çekimler kesintiye uğrar ve Bahadır büyük bir umutsuzluğa kapılır.
Bu anlamda Yönetmen Düzgünoğlu, çaresizliğin kucağında ve kendi iç dünyasında problemler yaşayan bir karakteri izleyiciyi sıkmadan, sinemadan soğutmadan, üstten bakmadan ve zaman zaman mizah da katarak samimi bir şekilde resmetmiş. Kısacası kendini işleyen bir demirci gibi, çok yerinde bir soruya çok gerçekçi yanıtlar veren bir film ortaya koymuş.
Babası da aynı bahadır gibi idealist ve kendi konusunda son derece inatçı biri… Öyle ki; yıllardır koca bir apartmanı tek başına inşa etmeye çalışıyor; belki de bunun olmayacağını kendi de çok iyi biliyor ama bu uğurda çaba harcamaktan kendini alamıyor. Aile fertlerinin, apartmanı o yarım-yamalak haliyle müteahhite verme, arsayı elden çıkarmak gibi makul çözüm önerilerine yanaşmıyor.
Hergün Haydarpaşa Garını çekmeye giden abisi ise tripoduna sabitlediği Canon marka fotoğraf makinesi ile herkesin çekebileceği türden fotoğraflar çekerek kendince övünen bir karakter. Bahadır’ın “biraz da başka şeyler çeksen ya artık” demesi üzerine: “zaten yıkılacak, otel yapacaklar; çekebildiğim kadar çekeyim” cevabını vermesiyle de film, bir iktidar eleştirisi de yapıyor. (3)
Filmde inşaat yapma, roman yazma ve fotoğraf çekme eylemleri, sinemaya ilişkin eğretileme yapmak için belirlenmiş araçlar gibi tamamlanmama bakımından Bahadır’ın işiyle yani sinemayla bir anlamda benzerlik gösteriyor.
Bahadır: Ben en çok bu iş babamın bina işine dönecek diye korkuyorum abi… Ayaklarım her adımda ağırlaşıyor, yoruluyorum…
Olaylar farklı da olsa Bahadır da benzer bir durumda. İçinde bulunduğu olumsuz şartlara rağmen (elektrik-su-doğalgaz parasızlıktan ötürü kesiliyor) hiçbir yapımcının para bağlamak istemediği, seyirci çekmeyen sanat filmleri yapmanın, yani “hayatla olan saf ilişkisini kaybetmemenin” peşinde…
Bir yandan arkadaşları, onun bu haline üzülüp, salatalık fabrikası tanıtımı gibi para getirecek kalitesiz işleri paslamasına karşın bu önerileri de reddediyor. Aynı, babasının diğer önerileri dikkate almayıp koca apartmanı tek başına bitirmeye çalışması gibi… bu tavrıyla babasıyla benzer bir durumda olan Bahadır’ın babasının durumuyla empati kurmayıp, arkadaşlarının onu sanat filmi yapma sevdasından vazgeçip boktan piyasa işleri yapması için ikna etmeye çalışması gibi, o da babasını bu inşa işinden vazgeçirmeye çalışıyor. Burada Bahadır’da bir çelişki de görüyoruz.
Bir akşam, evinde Tarkovski’nin Stalker’ını izlemeye çalışan Bahadır’ın “ezik” arkadaşları, filmi izlerken o kadar çok sıkılıyorlar ki biri mutfağa makarna yapmaya gidiyor bir diğeri tavla oynamaya başlıyor. Yönetmen bu sahne ile ya Türk halkının bu tarz filmleri izleyemeyeceğini ya da iyi filmlerin de sıkıcı olabileceği eleştirisini yapıyor (söyleşide göreceğiz).
Bahadır’a film yapma yolculuğunda en büyük desteği veren plaza kadını kılıklı sevgilisi Yonca (Esra Kızıldoğan) ise İngilizcesi sayesinde dışarıdan fon arayışına ve yabancıların ilgi gösterdiği başlıklar çerçevesinde bir film çekmesi için Bahadır’ı ‘uyanık davranmaya’ teşvik ediyor. Bu sayede Bahadır’ı olmak istediği yoldan da çıkartmaya zorluyor. Bunu yaparken de hedef tahtasına ilk olarak Bahadır’ın arkadaşlarını oturtuyor.
Yonca: Sen niye topluyorsun bu işe yaramaz insanları etrafına! İnsanlar çevreleriyle bir yerlere gelirler…
Bir başka karakter olan ve yazdığı tek kitapla ödüller alan Hasan ise bunu paraya çevirmeyi başaramamış, hala gecekondusunda yaşamaya devam ediyor. Yurt dışında basılan kitaplarından bile habersiz… İdealist davranmış ama yayınevince de kandırılmış. Ancak Hasan’ın Bahadır’a söylediği bir söz de filmin ana temasını içinde barındırıyor. Bahadır’ın “Issız” başlıklı senaryosunu beğenmiyor; çünkü samimi bulmuyor.
Hasan: Çok küçük bir hikaye ama insan kendini içinde buluyor demiştin. Sanki hep o gecekonduda yaşamış gibi… Bu aşkın da bu hayatın da bir parçası oluyor insan demiştin…
Film, Bahadır üzerinden bir anlamda aile-sinemacı ve yapımcı-yönetmen ilişkisini, sinemanın içinde bulunduğu durumu, sanat sineması-Türkiye sineması ilişkisini ve yönetmenlerin geçmek zorunda oldukları yolları da aktarıyor. Yönetmen Murat Düzgünoğlu da bu vesileyle durumun ne kadar vahim olduğunu gözümüze gözümüze sokuyor. Tabi anlayana…
Filmde kendi yaşamından da kesitler aktardığını söyleyen Düzgünoğlu, Türkiye’de sinema yapmanın zorluklarını, sinema sanatının kendi iç tartışmalarını konu edindiğini ifade ediyor. Düzgünoğlu, büyük hayalleri olan ve hayatını ucuz televizyon filmleri çekerek sürdüren Bahadır’ın evinin duvarında posteri asılı olan Tarkovski gibi filmler çekmek istediğini, ancak Bahadır’ın imkânsızlıklarla, yetersizlik ve özensizlikle uğraşırken yapımcı, yönetmen ve fon gibi işlerle uğraşmasının yarattığı çelişkiyi beyazperdeye aktardığını belirtiyor.
Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesince gerçekleştirilen “Neden Tarkovski Olamıyorum” film gösterimi ardından filmin yönetmeni Murat DÜZGÜNOĞLU ve Oyuncu Vuslat SARAÇOĞLU ile film üzerine bir söyleşi gerçekleşti. Son derece samimi ve sıcak tavırlarıyla katılımcıların sorularını cevaplayan Yönetmen DÜZGÜNOĞLU, filmle ilgili şu değerlendirmelerde bulundu:
Filmimi çekerken “Aşk filmlerinin unutulmaz yönetmeni” filmiyle bir bağ kurmadım
“Filmim “aşk filmlerinin unutulmaz yönetmeni” ne benzetiliyor ama şunu samimiyetle söyleyeyim; ben mimar Sinan’da öğrenci iken aşk filmlerinin unutulmaz yönetmeni filmi galası bizim okulda çekildi. Ben de seyrettim. Sahne çekilirken sahneyi seyrettim benim için de enteresan bir deneyimdi. Yönetmen ona buna sürekli bağırıyor. Akılımın bir köşesine öyle yazılmıştı fakat bir bağ kurulacaksa “aşk filmlerinin unutulmaz yönetmeni” ile bir bağ kurulması… Ben düşünmedim. Sızmış olabilir; ona bir şey diyemem. Ama ben bağ kurmuyorum açıkçası…”
“Gördüğünüz birçok sahne gerçektir.”
“İlk filmim olan “Hayatın Tuzu” benim yaklaşık 8 sene önce yazdığım bir senaryo… Yazmaya başladım sonra şebnem de katıldı yazım sürecine, beraber yazdık. Ben o sırada gerçekten de Kanal 7’ye türkü filmleri çekiyordum. Burada gördüğünüz birçok sahne de gerçektir. Benim başıma gelmedi ama mesela geyik sahnesi birebir gerçektir. Ben bir yerde montaj yaparken hemen yan sette başka bir filmin montajı yapılıyordu, orada mesela “Alageyik” isimli bir filmdi ama filmin içinde Arizona’dan, Kuzey Amerika’dan filmler girip geyikler dolaşıyordu. Çankırı birden Arizona gibi görünmeye başlıyordu falan… O dönem ben hikayeyi Kültür Bakanlığına gönderdim ama kabul edilmedi. O sırada yakın arkadaşım Ender Özkahraman, -onun hikayeleri de iyidir; Leman’da çizdiği sayfası da vardı- onun senaryosu vardı, senaryosunu da seviyordum, “bunu yapalım mı” dedi, “deneyelim” dedim ve film ortaya çıktı. Niyet olarak bu film, birinci film olacaktı aslında. Ama Türkiye’nin koşulları yada benim koşullarım durumu değiştirdi. Benim hayatımdan çok iz var[4] ama aynı zamanda birebir de değil…”
“İnsan hayran olduğuna karşı bir süre sonra onun katili olma arzusunu taşıyor.”
“Bir takım sinemacıları, yazarları, yönetmenleri sizin için değerli olan bir takım insanları anlamaya, okumaya çalıştığınızda deşifre etmeye çalıştığınızda hayranlıkla beraber bir süre sonra içten içe bir öfke de oluşuyor. Eğer çok gençseniz bu öfke iyi bir şey… Yani bir reddetme çabası, bir açık bulma arzusu, bir defo bulma arzusu, hayranlıkla beraber içiçe geçen bir süreç… Bir süre sonra onun katili olma arzusunu da insan taşıyor. Mesela biz filmi seyrederken birkaç arkadaş seyrediyorduk ve bir süre sonra reddetme arzusuna kapıldık. Biraz da rahatlamak istiyorduk aynı zamanda… Dört başı mağrur gibi duran yada bize o sırada öyle görünen bir şeyi sevip de bunun altında ezilme hissi, çocukça bir reddedişe kadar –aslında vücudun ona da ihtiyacı var- bunu isteyebiliyor.”
Oyuncu seçimi…
“Filmde Avrupa’da fon bulmanın yolları başlığı altında çıktığımız maddelerle oyuncuların seçimi arasında bir bağ kurulsun gibi bir yol seçmedim. Daha klasik bir yöntemle seçtim. Tansu benim daha önce çalıştığım bir oyuncuydu. Bir dizide beraber çalışmıştık o günden beri aklımdaydı ve ilk belli olan, başka bir alternatifi aranmayan oyuncu oydu. Onun dışındaki oyuncular deneme çekimlerinde falan çoğunlukla seçildi. Baktık bu karaktere bu oyuncu nasıl, oyuncunun elektriği nasıl, anlaşabiliyorlar mı, başka bir şey istediğimde bana cevap verebiliyor mu gibi bir takım kriterler var; o kriterlere ne kadar kolay ulaşabiliyor mu, boşluk gibi, zamanlarının boşluğu gibi o kadar çok faktör var ki orayla orası arasında bir bağ kurmadım, o çok başka bir şey.”
Senaryo yazımı…
“Filmdeki abi-kardeş uyumu çok cuk oturdu. Oyuncu olarak da çok doğru bir oyuncuydu abi. Senaryoda abi karakterinin biraz daha fazla yer kaplamasını düşünüyordum ama çok ilerlemedi yani başka karakterleri biraz daha açmak, derinleştirmek arzum vardı keza abi için de bu geçerliydi ayrıca prova yapıp da oyuncuyla karşılaştıktan sonraki iletişim de benim için cezbedici bir şey oldu. Orada da biraz daha büyütmek istedim ama mümkün olmadı. Aslında çok şey geçiyor kafadan… Senaryo ilerlerken abi-kardeş-aile meselelerini mi açmalıyım, doğrusu bu mu, acaba bu taraf boş mu kalıyor, biraz daha derinleştirmek mi lazım, bunlar çok mu gereksiz, atayım mı acaba gibi insanın kafasından çok şey geçiyor. Şunu yapabilsem çok daha hayırlı olurdu diye düşünüyorum bazen hatta yakında film çekecek olan bir arkadaşıma da bunu önerdim. Bi’ 15-20 gün zaman ayırıp senaryoyu bi kenara atıp bi süre senaryoyu sıfırdan yazmayı denemeliymişim diye düşünüyorum. Revize ettim aslında kestim biçtim bir kısmına yeni diyaloglar ekledim. Ben o yolu izledim ama sanki daha cesaretli olan tavır aslında bütün bi senaryonun çöpe atılıyormuş gibi atılıp, oturup tekrar yazılmasıydı. Niyeyse bu elimi kolumu bağladı, yapamadım. Keşke yapsaydım diyorum ama… denemiş olurum en azından…”
“Dön ve içindeki sese kulak ver”
“Bir yazarın varlığı Bahadır için çok değerli. Birileri sizin için çok değerlidir. Özellikle bir şey yaptıysanız onun beğenmesini ayrıca istersiniz. Hani geniş kitlelerin dışında o kişinin vereceği değer sizin için çok cesaretlendirici olur. Filmdeki yazar da Bahadır için öyle bir tip… Ve Bahadır’a aslında tekrar kendini unuttuğu gerçeğini aslında ona hatırlatan bi pozisyonda o an “hatırlıyor musun sen beni üniversite şenliğine çağırdığında ve biz konuştuğumuzda sen benim romanımı niye beğenmiştin? Çünkü samimiydi. İçtendi. Bütün bir gecekondu dünyasını bize olduğu gibi anlatabilmişti bütün gerçekliğiyle… Sanki biz o aşkın içinin bir parçası gibiydik. Sen böyle beğenmiştin” diyor. Dolayısıyla diyor ki aslında; “Senin yazdığın senaryo bunlarla pek alakalı bir şey değil. Bunları içinde barındırmıyor” diyor. -Çok fazla filmle aranıza giriyorum ama…- sorun bu yani… Bunları dert edinirsen, bu anlamda samimiyetsiz, fazla öykünmeci bir yerde duruyorsun. Dön ve içindeki sese kulak ver. Kendine dön bir bak. Senin hikayen, senin dertlerin küçük olabilir ama bunlar değerli dertler olabilir. Bu değerli dertleri anlatmak yerine sana ait olmayan duyguların, sana ait olmayan hislerin ve dertlerin peşinde kendini kabul ettirebilmek adına yürümen saçma” diyor. Dönelim kendi sesimize bir kulak verelim. Kendi içimizdeki ses bize neyi emrediyor, neyi istiyor? Bu çok basit bir cümle biliyorum ama ben hala bunun değerli olduğunu düşünüyorum. Yani sanatın taklitle bir bağı var özellikle ilk eserler üretilirken taklitle bir bağı var; bu kötü bir şey de değil aynı zamanda… Birden çok beğenirsiniz ve taklit edersiniz. Sızar oraya o… Siz isteseniz de istemeseniz de sızar ama dönüp ‘ben ne istiyorum? Bütün bu kalabalığın, bu festivallerin, eleştirmenlerin yada çevremin, ailemin, arkadaşlarımın beğenisi, onların isteği dışında ben aslında ne istiyorum?’ sorusunu sormak bir kere yüzleşmek demek. ‘Benim böyle bir sorunum var mı acaba?’ demek. Şimdi bu öyle çok basit de bir durum değil.”
“Önemli olan o gerçekliğe sadık olmak…”
“Bu konuda özel bir kasıt yoktu. (Kadınları) çok iyi tanımadığım için olabilir. Belki kadınların böyle bir hikayeyi, böyle hisleri varsa, onların kendilerini anlatması belki daha doğru. Bir dönemimi anlatıyor aslında. Birebir benle ilgili değil belki ama… Aslında böyle bir erkek dünyası bu… Yani zorlama bir şekilde oraya kadın karakterler sokmak, hatta son dönem güçlü kadın karakterler sokmak üzerine bir takım cümleler kuruluyor; ben bunların da zorlama olduğunu düşünüyorum. Yani içinizden geliyorsa, bir kadını anlatmak istiyorsanız, kadının da zayıf tarafları var, güçlü yanları var. Halbuki bütün bir gerçekliği ile kadını anlatmanın ben daha doğru bir şey olduğunu düşünüyorum. Ekstradan kadını sokmaya çalışmanın da, bir misyon sahibiymiş gibi davranmanın da doğru bir şey olmadığını düşünüyorum. Bunların zorlama olduğunu düşünüyorum. Ama tabii ki anlatılmalı ayrıca yani. Kadınlar da anlatmalı erkekler de anlatmalı. Kadınlar erkek dünyasını da anlatmalı ayrıca. Ama önemli olan o gerçekliğe sadık olmak ve gerçekliğin ne olduğunu aslında insanın kendi kafasında tartışması… Arzu ettiğimiz gerçekliği empoze etmek değil de, biz ne görüyoruz. Kadınlara baktığımızda ne, erkeklere baktığımızda ne görüyoruz. Buna nasıl tepkiler veriyorlar. Gerçekten akıldan geçen ne ve bunun arkasındaki ne? Bir insanın bir şey yazarken, üretirken aslında biraz bunları sorgulaması lazım; hazır cevaplarla yürümemesi lazım… Şöyle bir gerçek var. Fazladan buraya kadın sokmak, kadınları ekstradan yüceltmek, aslında böyle bir filmin seslendiği kitle hesaplandığında aslında prim yapacak bir durum. Bu geniş kitlelere hitap eden bir film değil. Bunun kitlesini ben tahmin edebiliyorum. Bu bi prim yaptırır da aslına bakarsanız ama ben bu şekilde anlattım. Böyle geldi benim içimden bu hikaye… Başka türlü üreseydi -ki kadınlar zaten var burada da- o şekle girerdi sanki benim anlatabileceğim biçim bu ama bir sonrakinde belki başka türlü olacak. Şu anda çalıştığım bir ikinci senaryo daha var orada belki karakter kadına dönüşecek belki o hikayenin o gerçekliği anlatmak için kadın karakterin daha doğru olduğunu bile düşünmeye başladım. Ama bu dediğim gibi o sırada ona inanırsam olabilecek bir şey. Yoksa kadın girsin yada girmesin gibi bir tavrım yok.”
“Kafası karışık bir karakteri anlatmak istiyorum.”
“Filmde sevgilisini de Bahadır’ı da sevimsiz göstermek istemedim. Derdini ifade edemeyen, ona cesaret edemeyen, dolaylı yoldan anlatan ama kadın da diyor ki ‘açık açık yüzüne söyle sorumluluğu al’ diyor; Bahadır bir çok yerde almadığı için onu da almıyor aslında. Yani direk ‘ben senle yürümeyeceğim. Sen benim için doğru kişi değil…’ ki Bahadır karakteri üzerinden şunu söyleyebilirim, ben kafası karışık bir karakteri anlatmak istiyorum. Kafası karışık bir karakter benim yapıma da uygun, benim de kafam karıştı ama baktığımda epey bir insanın da kafasının karışık olduğunu düşünüyorum. Yani kendi dertlerini çok rahatlıkla ifade edemeyen ve aslında kadının mesela sevgilisinin orada olduğundan, sevişmelerinden mutlu mesela… Ama o kadının ona göre olmadığını, ona uygun olmadığını, daha doğrusu onun kafasında arzu ettiği asıl kadının o olmadığını da içten içe biliyor ama bir yandan da o ilişki o formuyla hoşuna gidiyor. Bir yandan da o kadın onu tatmin ediyor onla olmaktan mutlu; onun gece gitmesini istemiyor bir yandan da ‘arkadaşım o. Çöp torbası değil!’ diyor. Ama bir yandan gidince de -aslında bunu birçok erkek bilir- bu durum hoşuna da gidiyor. Erkek erkeğe orada kalmak, orada birlikte çay içmek çok hoş bir duygudur. Burada bir güzelleme yok. Ben bir güzelleme yapmadım ama böyledir. Demin onu anlatmaya çalıştım. O gerçeklik benim için değerlidir. Birisi çıkar der ki ‘ben de öyle hissediyorum’. Sonra düşünür. ‘Ben niye öyle hissediyorum. O kadın oradayken mutluyum ama aslında alttan alta da gitmesini istiyorum.’ Buradan bir tartışma başlar içeriden bir yerden… Fakat bütün mesele o tartışmayı sürdürebilmektir zaten. Sürdürürken karar almak zorundasınız, karar almak da kafası karışık insanlar için zor bir şey. Sonrasında onu uygulamak gerekir, onun sonuçlarıyla baş etmek gerekir. Yalnızlık gerekir, şu gerekir, bu gerekir…”
“İyi film uyutur çoğu zaman…”
“Bahadır sevgilisinin evi varken kendi evinde başka erkeklerin de yaşadığı evinde sevgilisiyle sevişiyor. Bahadır orayı korumak istiyor aynı zamanda. Yani kendine ait olan mekanı korumak istiyor. Bu o kadar kötü bir şey mi? Emin değilim. Yargılamam yani. Ama korumak istiyor. Bundan hoşnut. Ama aynı zamanda birlikte de olmak istiyor. Bundan da hoşnut ama hayatının tamamına dahil olsun da istemiyor. Çünkü aslında onun için fon arayan bir kadın ama mesela Bahadır İngilizce bilmiyor o kadın İngilizce biliyor. Başka bir işle uğradığı halde o kadın ona fon arıyor. Ve hatta onu yer yer istemeden de olsa küçümsüyor. Ama bunu küçümsemek derdiyle yapmıyor. Ama bahadırın oradan gururu zedeleniyor. “Bak herkes şak diye fon buluyor bir tek sen bulamıyorsun” gibi cümleler kuruyor. Fakat o kadar çaba harcamasına rağmen ve bir yandan da Bahadır ilgiyle Tarkovski’yi seyrederken uyuyor. Bence uyuyabilir. O kadar sıkıntılı bir durum değil. İyi film uyutur çoğu zaman da… Ama Bahadır’la anlıyoruz ki çok da oturmuyor… Bazen o taşlar oturmaz. Oturmasını bekliyor olmasında belki de bir sıkıntı vardır.”
“Kibir ve egonun bizi daha çok beslediğini sanıyorum. Bizi geçici süre daha iyi hale getiriyor.”
“İnsanın gururu ve egosu, -yav ben sizi istemiyorum, çalışıyorum- der; aslında Avrupa’dan fon arama derdindedir ama ‘senaryo çalışıyorum’ der. Bu prim yapar. Bu arzu edilen bir şeydir. O bir senarist yada yönetmen olarak yapar ama başkaları da başka bir biçimde yapar. Yani ‘çok meşgul, çok önemli’, sürekli bu hal çizilmedi. Arkadaşları da aslında bir yandan istiyor, biraz yalnız kaldığında ve sıkıştığında “gelsenize evdeyim” diye mesaj atıyor fakat bir yandan da “ya siz beni anlamıyorsunuz” gibi kibirli kibirli bir hali de var. Bu kibir de onu ayakta tutan bir hal. Oysa gerçekliği o mu? İşte “sen bunlar istiyorsun”, yani bu adamlarla olmak hoşuna gidiyor; “hoşuma gidiyor” de, bunu dese rahatlayacak. Ama bunun yerine o kibir ve egonun bizi daha çok beslediğini sanıyorum. Bizi geçici süre daha iyi hale getiriyor. Onu tercih ediyor.”
“Süreç bizi daha keskin daha sert bir yere doğru sürüklüyor gibi geliyor.”
“Her yerde olduğu gibi orası da karışık aslında… Çok biliniyordur diye derinine girmeyeceğim ama mesela İşletme belgesi diye bir şey var ve bakanlık bunu sansürleyebilmek için bir koz olarak öne sürüyor… İsteseniz de istemeseniz de bugün onlara yarın size olacaktır bu kaçınılmaz bir şey… Ama bir yandan da aynı zamanda bu tavır da, festivale gitmemek seyirciyi cezalandırmak haline geliyor ve kendinizi cezalandırmak haline geliyor. Bu doğru mu? Ben bundan da çok emin değilim. Yani o tarafa bir şey söylemek bir şey yapmak lazım ama bu yaptığımız şey de doğru mu? Bundan mutlu muyum? Aslında hiç de mutlu değilim. Ama yapmak zorunda mıydım? Yapmak zorundaydım. Yapmasaydım daha mutsuz hissederdim kendimi ama bu böyle devam eder mi? Adana’da da Antalya’da da böyle giderse zaten iktidar da çok şey değil herhalde… ‘Aman ne olur festival yapın da ne olur şu filmlerinizi gösterin. Biz de gerçekten çok merak ediyoruz’ herhalde demiyorlardır diye düşünüyorum. Çok arzu ettikleri filmler değil herhalde bunlar. O yüzden biraz sıkıntılı olacak gibi görünüyor. Adana ve Antalya da sıkıntılı olacak. Yani kısa film çeken arkadaşlar vardır herhalde aranızda belgesel çekenler de vardır. Nereden bulacak eser işletme belgesini şirket mi açacak ya! Ne yapmaya çalışıyorsun amacın ne diye durup bi sorarlar yani. Derdin ne diye sorarlar. Derdi bu! Üzüm yemek değil bacıyı dövmek. Bunu böyle sürdüremezler. Şimdi biraz da şöyle düşünüyorum. Seçim atmosferi… Oraya dair gidişatta böyle bir şey… Bakarsınız daha sonra düzelir gibi şeyler düşünüyorum ama bilmiyorum. Süreç bizi daha keskin daha sert bir yere doğru sürüklüyor gibi geliyor. Bunlar sezgi tabi…”
“Deneyimlendikçe film seyretme yaklaşımınız bile değişiyor”
“Biraz aslında öğrenme süreci. Yani ben epey bir dizi çektim belki 100 bölüm çekmişimdir belki daha fazla 10 tane de bir televizyon filmim var beki daha fazla belgesel kısa film falan 2 tane de uzun metraj çektim ama yani şunu içtenlikle söylüyorum aslında insan öğreniyor. Aslında yönetmenlik biraz da diplomasi işi… Aslında deneyimlendikçe film seyretme yaklaşımınız bile değişiyor o büyülenme içinde başka şeyleri bu sefer görmeye başlıyorsunuz. Bu film özellikle benim için oyuncu yönetimi açısından çok daha verimli oldu. Kafamda çok çatışma oldu mesela Bahadır’la Jim’in olduğu sahne benim için en cesur sahnedir oyuncu yönetimi konusunda… Son sahneydi final sahnesiydi yani onunla bitti film çekimleri oradaki o deneyim mesela benim bundan sonraki film yapma sürecimi etkiyecek. İki oyuncunun da aslında örnek aldığı kişi ve sürekli her tekrardan itibaren, -Jim’i seyredin bakın Jim’i örnek alın, oraya öyle girin- diye… Jim mesela Tansu’yu da diğer oyuncuyu da biçimlendirdi. Doğaçlamalar da vardı. Mesela son sahnede içtikleri şarap da bira da gerçek… Normalde içirmiyorum ama son sahnede böyle oldu.”
—
Söyleşide de belirtildiği gibi dizi yönetmenliğinden gelen Murat Düzgünoğlu, kendisi gibi dizi yönetmenliği yapan Bahadır’la kendisi arasında bir bağ kuruyor. Adı “Alageyik” olan ve senaryo gereği sahnede bir geyiğin görünmesi gereken dizide yapımcının bunu sağlayamaması, ekipmanın dokunanın elinde kalması, bağlamanın tellerinin olmaması ve buna rağmen hala bu işi yürütmek, yürütmeye muhtaç olmak film sektörünün gerçeklerinden…
Dönemimiz sinemasına iyi göndermelerde de bulunan “Neden Tarkovski Olamıyorum” yapımcıların hatta yönetmenlerin bile sinemayı ‘para’ amaçlı yaptığını, filmlerini bazı tabular üzerine kurduğunu, son dönem Türkiye sinemasının bu dar çerçeveye hapsolduğunu anlatıyor. Bir anlamda Türk sinemasının (100. Yılında) açmazlarına eleştiri niteliğinde de yapılmış en iyi filmlerden biri oluşuyor ve bu film ile “sinema sinemaya bakıyor”.
(1) Dream Scene, “Stalker” of A. Tarkovsky. https://youtu.be/s0VJa3HmsJQ
(2) İlkelerine bir kez olsun ihanet eden insan, hayat ile olan saf ilişkisini yitirir. Bir insanın kendine karşı hile yapması, onun, filminden, hayatından, her şeyinden vazgeçmesi demektir.” Andrei Tarkovski
(3) Haydarpaşa Tren Garı üzerinden yapılan iktidar eleştirisi isabetli bir gerçeklik taşımıyor çünkü siyasiler tarafından garın korunacağı ve kullanılacağı açıklamaları yapılmıştı.
(4) “…babam 22 sene bir evi bitirmek için uğraştı 22 senenin sonunda bitti. Yani akıl dışı bir şekilde çalışıyordu ve her türlü rasyonel öneriye hayır diyordu. Yıllar sonra dedim ki: adam kendini inşa ediyor. Eğer satarsa kendini de satmış olacak, saçma ama. Bitmesini de istemiyor heralde dedim. Çünkü bitmesini istese, tek başına yıllarca çalışıp durdu. Ağabeyim de fotoğrafçı, o da uzun bir süre Haydarpaşa’nın fotoğraflarını çekti…” Yılmaz Güney Ödülü’nün sahibi ile ‘Neden Tarkovski Olamıyorum’ üzerine… 21 Eylül 2014, Sol Haber. http://haber.sol.org.tr/kultur-sanat/yilmaz-guney-odulunun-sahibi-ile-neden-tarkovski-olamiyorum-uzerine-haberi-97500