Yeraltı
“Akıllı bir adam, kendine karşı acımasız değilse gururlu da olamaz.”
(Bu yazı ilk olarak 30 Nisan 2012 tarihinde Mağara Dergisi’nde yayınlanmıştır.)
Gece çöktüğünde her gün çocuklar kadınlar dövülüyor, güçlüler güçsüzlere her şeyi yapıyor, tecavüzler oluyor. Bunu insanlar çocuklarına, kadınlarına yapıyorlar. Gücü gücü yetene her şeyi yapıyor. Karanlık çökünce ve kapıların arkasında… Buna maruz kalmış insanın sonrasında önüne iki seçenek çıkıyor. Ya bunu öne çıkararak buradan bir varoluşu tercih edersin, yada ben işkence mağduruyum, ben zedeyim ben şuyum dersin. Bu anlaşılır bir şeydir.
Ama bazı insanlar da bunu şöyle yapabilir; “bunda benim aklımın alamayacağı hiçbir şey yok.”
Her insan kendi korkuları, kendi beklentileri, kendine biçtiği şeylere göre tepkiler verir hayatta. İnsan, kapılarının ardındaki siyahlığıyla, kapkaranlık yeraltıyla insandır. Her şey anlaşılabilir çünkü her şeyin bir sebebi vardır. Yönetmen Zeki Demirkubuz da son filmi Yeraltı ile insan ruhunun kapılarını yeniden açıyor.
Bilindiği üzere Zeki Demirkubuz, filmlerinde insanlara eğlenme yada başka şeyler vadetmez. Onun filmlerinden böyle şeyler umamazsınız, bekleyemezsiniz, hatta izlemeyebilirsiniz. Çünkü Demirkubuz’un, kendini beğendirmek, kendini bu toplumun bir misyoner ya da eğlence dertlerinin çözümcüsü olmak gibi bir derdi ve tasası da yok. O izleyeni, eğlendirmekten, hoşça vakit geçirtmekten çok “yüzleşmeye” çağırır.
Hatta Demirkubuz daha da ileri gidiyor, sinemanın, kendi başına hiçbir değer taşımadığını, hiçbir özel yanının olmadığını, bir filmde olması gereken şeyin de o filmi yapanın da nasıl bir kişiliğe, nasıl bir şahsiyete sahipse onun bir uzantısı gibi olması gerektiğine inanıyor. O halde Demirkubuz filmleri insan odaklıdır demek mümkün. Teknolojiyi, hatta sinemanın kendisini bile filmlerine bulaştırmak istemiyor. Aradığı tek bir şey var, o da “sahicilik”. Sinemanın, hayatın kendisi gibi süslemesiz ve yalın olması gerektiğini düşünüyor. Her filminde bir insanlık durumunu gündeme getirip açmaya çalışıyor.
Zeki Demirkubuz fikirleri ve filmleri hakkında yazı yazmak, onu ne kadar anladığımı iddia ve ifade etsem de benim için en zor şeylerden biri olsa gerek. Onu iyi anlamak kadar, doğru ifade etmek de gerekiyor, zor.
Ankaralı bir memura Dostoyevski’den “ruh nakli”…
Zeki Demirkubuz’un Dostoyevski esintili “Yeraltı” filmi, 13 Nisan’da gösterime girdi. Bilindiği üzere “Yeraltından Notlar” insanlığın en büyük metinlerinden birisi. Demirkubuz da filminde insanlık adına “somut anlar” bulmaya çalışıyor. Davranışlarımızda gözümüzden kaçanların ne denli kıymetli ruh halimizin hazin sonu olduğunu aktarıyor.
“Kendime dönük ritüellerimi, absürt durumları toplamaya başladım. Kendimi basitleştirdim, sonucunda yumurta tavasında sigara söndürme, şaraplar, gazete üstünde yemek yeme ritüellerini yerleştirdim. Evde yemek masası dururken sehpada yemek yiyen Muharrem’in kendi kendine yetmeme halinin daha sinematik bir karşılığı olamazdı…”
Filminde Demirkubuz, günümüz insanının bilinçaltındaki “itiraflarını” açığa çıkarıp, bir nevi insan ruhunun filmini çekiyor. Ankaralı bir memura Dostoyevski’den “ruh nakli” yapılıyor.
Demirkubuz, filminde Muharrem (Engin Günaydın) karakteri üzerinden insanoğlunun yalnızlığına, kendi yeraltında sakladığı kabul görmeyen arzularına ve toplumun dayatmaları nedeniyle yapmak zorunda hissettiğimiz davranışlara tanık ediyor bizi…
Kendisi gibi yalnız bir şehir olan “Ankara” da memur olan “yalnız” ve “sıkıntılı“ adam Muharrem, iç dünyasında fırtınalar ve gürültüler kopan birisi olmasına rağmen, şahsiyetli olmak gibi bir kaygı taşıyor. Hayata, yapamadıklarına, onun yerine yapanlara, yapmadığı halde yapmış muamelesi görenlere, onların etrafındaki yalakalara, ona, buna her şeye karşı öfkeli. Bu öfkesi onu başta yalnızlığa, çıkmazlarla dolu serseri bir cinselliğe, acımasız egoizme, yalakalardan ve yalakalıktan nefret etmeye götürüyor.
Doğal sesler, dış sesler ve doğal ışık…
Demirkubuz Yeraltı’nda gene doğal ışıktan yararlanmış, gerekmedikçe ışığa başvurmamış. Ayrıca doğal sesler de kullanan Demirkubuz, apartmanda duyulan hidroforu, gıcırdayan kapıları bile es geçmemiş. Dış sesler de kullanan yönetmen, kullandığım cümlelerde, mesele olarak filmin çekilmesine neden olan cümleleri tercih etmiş. Anlatamadığı şeyleri açıklamak için ve bir çare olarak başvurmamış bu seslere. Dış ses olarak aktarılan Muharrem’in iç konuşmaları da, yüzleşme adına başarılı örnekleri ortaya koymuş.
“Her şeyle aramda gizli bir kavga başlamıştı. Ama bunu umursayacak ve geri adım atacak biri değildim.”
Muharrem’in kendi krallığında kral olması, ancak fahişelere söz geçirebilmesiyle mümkün olabiliyor.
“…kendime bir fuhuş alemi bile kurdum!”
Ama hiçbir şey, yüzüne köpek gibi hırladığı bir fahişenin dizlerine kapanıp ağlamasını da engellemiyor. Herşeyi basitleştirebiliyor kafasında. Ölümü bile…
“…itiver, ölsün!”
Filme damgasını vuran yemek sahnesi ise Muharrem’in içini kemiren kıskançlığın, yalakalık nefretinin, aşağılanmaya verilen tepkinin ve insanın içinde kalanları kusmasının ortaya çıktığı en zarif an… Faik Akkoyunlu ödülü sahibi arkadaşı ve yalakaları ile bir yemek gecesinde bir araya gelen Muharrem, eski dostlarına en ağır şekilde dürüstlük ve sahtecilik dersi verir. Ne gariptir ki, gecenin sonunda bir otelin koridorlarında oteli ayağa kaldırır ve otel güvenlik görevlilerinin elinden zor kurtulur; gece, otelin güvenlik ekibine ettiği içten teşekkürle son bulur. Ödüllü dostunu hırsızlıkla ve diğer arkadaşlarını yalakalıkla suçlayan Muharrem, yeniden alçalmıştır.
Muharrem’in ulumaları, hırlamaları, köpeksi ısırmaları, kendisinden de aşağı gördüğü birinde, bir fahişede denemeye kalksa da bu hareketlerinden bir sonuç alamaz. Aşağılanma kendisini yok etmeyecektir. Başkalarını aşağılayarak yücelmeyecektir! Ama aşağılanmak..! Aşağılanan bir insan, ‘aman sen de’ deyip unutabilir de. Fakat onu unutmayıp geceler, yıllar boyu bunu sürdürüyorsa, sadece utanç, gurur veya kibirle açıklanamaz. Bunların arkasında gizlice aldığı bir haz da var. Muharrem’in de yemekteki aşağılanmayı sürdürme ısrarı bununla ilgili. Muharrem de aşağılanmadan bir cennet çıkarıyor kendince. O cennetini yeraltına gizliyor.
Yemek sahnesi bir anlamda, Muharrem gibi zayıf bir adamın dışta gösterdiği ile içte sakladığı arasındaki büyük uçurumun farkını ortaya koymak için tasarlanmış bir sahne… Bu sahneden kullanılan geri sarma benzeri yöntem ise Muharrem’in insanî yönünü, “gösterdikleri” ile “sakladıkları” arasındaki farkı daha iyi ortaya koyuyor.
Bu arada filmde dikkatimizi çeken patates insanoğlu, garip huylarına bir örnek… Demirkubuz bunu yaparken patatesi resmen başrol oyuncusu olarak zihinlerimize de kazımış.
Acı Özgürleştirir
Hiç beyaz olacak mı? Kurtuluş yada? Bunu hangi yalancı vadediyor? Dostoyevski’nin bütün bu vaatlerden çok daha gerçekçi bir vaat olan bu kurtuluşun acı yoluyla geleceği vaadi ile insanın özgürleşmesinden bahseder. Çünkü kurtuluş dışa dönük değil içe dönük bir şeydir. İnsanlığı, hiçbir zaman birilerin gelip kurtardığı görülmemiştir. Çok büyük bir derdin pençesine düşeriz, çok vicdansız bir kralın, çok vicdansız bir hükümetin, bir süre sonra o da geçer. Zaten yaşam böyle bir şeydir.
Kurtuluş, dışa dönük değil kendimize dönük bir olgudur. Kendimizin kim olduğunu, kaç para ettiğini sorgulayarak, neden yaşadığımızı ve ne olmak istediğimizi ve nasıl bir varlık olmak istediğimizi bilmemizle ilgili bir şey değil mi?
“Ortada bir zulüm varsa, en az zalimler kadar bu zulmü kabul edenlerin de paylaştığı, yol verdiği bir şeydir. Bu, yaşamın doğasında var. Dinlerin, ideolojik düşüncelerin, toplumu bir nesne olarak görenlerin, onu soyutluk içinde ele alanların anlamadığı ve anlamayacağı kadar karışık ve kendinden menkul bir doğa var.”
Demirkubuz, bu arada sistem eleştirisini doğrudan değil ahlaksal bir sorgulamayla yapmayla yapıyor.
Akli bir varlık olan insan, bir acıdan şikâyet etse de, özellikle ruhsal acılarını sürdürmeye meraklı bir varlık ve bundan aldığı bir zevk var. Bunun verdiği şey de, bu sayede benliğini, varlığını daha çok hissediyor.
Demirkubuz, “Akıllı bir adam, kendine karşı acımasız değilse gururlu da olamaz” deyip onu biraz daha insan yapmaya çalışıyor. Hikâyelerini hayatın içinden değil de insan ruhundan cımbızlayarak vücuda getirmek, sezgilerinin izini sürmek bundan sonra değiştirmeyeceği istikameti olsa gerek…
Hayat bir mağduriyet sahası olunca hayatın Muharrem’lerini anlamak ve affetmek için yerin dibine, yeraltına girmek gerekiyor. Muharrem de zaman zaman tacını takıp kendi yeraltı krallığına gidiyor. Hepimiz en mutlu olduğumuz ve kendi yarattığımız yeraltının kralları değil miyiz?