Hepimiz Tehlikedeyiz…
“Hayatı şiddetle, ümitsizce seviyorum.
Sanıyorum bu şiddet ve ümitsizlik beni sona taşıyor.
Bu hayat aşkı bende, kokainden daha beter bir alışkanlık haline geldi.
Sınırsızca, sonsuz bollukta var bu ve hiçbir şeye malolmuyor.
Ve bir nefeste tüketiyorum onu.
Nasıl sonlanacak bilmiyorum.”
Pier Paolo Pasolini
(Bu yazı 1 Şubat 2012 tarihinde Mağara Dergisi’nde yayınlanmıştır.)
İtalya, dünya sinemasına çok önemli ustalar kazandırdı. Kuşkusuz bunların en önemlilerinden bir tanesi Pier Paolo Pasolini’dir. Bir gün “Rahatsız Eden Filmler” (1) üzerine bir çalışma yaptığım sırada tanıştım Pasolini ile… Sinema tarihine baktığımızda ;yıllardır süregelen film döngüsünde, kimi filmler oldukça başarılı bulunup-kabul görmüş, kimileriyse dışlanıp- “rahatsız edici” söylemlerine maruz kalmıştır. Kimileri fazla “müstehcen” bulunmuş, kimilerinde “zararlı düşünceler” tespit edilip , “sakıncalı” ilan edilmiştir. Şöyle bir gerçek var ki, “sakıncalı olan “, “rahatsız edici” damgası taşıyan filmler, daha çok merak uyandırmış, o yıllarda “yasak” kisvesine büründürülen belki de “başyapıtlar”, yıllar sonra izleyiciler tarafından keşfedilip, hak ettikleri tahta oturtulmuşlardır. İşte Pasolini bunların başında gelir.
“Faşizmi anlatmak için faşizm kadar iğrençleşmek…”
Pasolini’yi keşfimle, sınırları zorlayan, sıra dışı bir kişilikle yüz yüze gelmiştim. Meselâ “Salo Yada Sodom’un 120 Günü” filmi zamanında oldukça “müstehcen” bulunup, yönetmenin anlatmak istediği düşünceyi kavramak şöyle dursun, “kavramaya yeltenme” fikri dahi “sakıncalı” bulunmuştur. Ben de filmi ilk başta acımasızca sorgulasam da daha sonra anladım ki, Pasolini, faşizmi anlatmak için faşizm kadar iğrençleşmeliydi. “Salo” filmi çekildiği yıldan itibaren dünyanın pek çok ülkesinde yasaklanmış ve tepkiyle karşılanmıştır. Oysa faşizm, bir şekilde hep yaşamıştır.
İtalyan yönetmen Pier Paolo Pasolini, 1922’de İtalya’nın kuzeyinde bir şehir olan Bolonya’da doğdu. Asker olan babası ve öğretmen olan annesi ile Bolonya’da yaşıyorlardı. Tipik bir İtalyan bireyi olarak büyüyen Pasolini, ilerleyen yaşlarında İtalya’nın çeşitli şehirlerinde yaşamını sürdürdü.
“Tam bir göçebeye döndürdüler beni, hiçbir zaman yerleşik bir mekânımız olmadı.”
“Annem benim Sokrates’imdi…”
1925’te Pasolini’nin kardeşi Guido dünyaya geldi. Pier Paolo’nun babasıyla arası her zaman problemliyken, annesiyle ilişkileri hep iyi oldu. Pasolini’yi Pasolini yapan dramlar kendisini göstermeye başlamıştı bile:
“Her gece akşam yemeği vaktini korkuyla beklerdim, babamın gene bir tatsızlık çıkartacağını çok iyi bilirdim. Sonra annemden kısa süreli bir ayrılık yaşamam bende nevrotik bir durum yarattı. Bu nevroz beni huzursuz yapmakla kalmadı, bana devamlı varlığımın nedenini sordurtan bir hal aldı. Annem doğum yapmaya gittiğinde gözlerimde şiddetli yanmalar hissetmeye başladım. Babam beni masaya oturttu, elleriyle zorla gözlerimi açtı ve Colirium döktü. Bu sembolik olayla birlikte artık babamı sevmeye devam etmem imkânsız hale geldi.”
Ne var ki o dönemde, genç Pasolini için kahraman rolünü baba yerine anne yerine getiriyordu. “Annem bana hikâyeler okur, masallar anlatırdı. O benim Sokrates’imdi. Annemin korkunç derecede idealistik bir dünya görüşü vardı. Kahramanlığa, yardımseverliğe, cömertliğe yürekten inanırdı. Ben tüm bunları ondan neredeyse patolojik bir şekilde miras aldım.”
Pasolini’nin kardeşi Guido ile ilişkileri ise oldukça iyiydi. Guido, derslerinde son derece başarılı, spor yetenekleri gelişmiş olan ağabeyine yoğun bir hayranlık besliyordu, bu hayranlığı ilelebet sürdü. Ömrünün ilk yıllarında Pasolini ailesinin sürekli yer değiştirmesi, Pier Paolo’nun başarısını hiç etkilemedi. 1928’de şairliğe ilk adımlarını attı.
“Üç yaşından biraz büyüktüm. Çocuklar bahçede oynarken en çok dikkatimi çeken bacaklarıydı, özellikle tendonların belirgin olduğu dizaltının iç kısımları. Bu tendonlar benim henüz ulaşamadığım hayatın sembolüydü. Koşan çocuk imajı benim için büyümüş olmayı simgeliyordu. Şimdi bunun tamamen cinsel bir duyu olduğunu düşünüyorum. Bu duyguyu tekrar hatırlayınca içimin mutluluk, keder ve arzunun şiddeti ile dolduğunu hissediyorum. Ulaşılmaz bir duyguydu bu o zamanlar; adı henüz konmamıştı. O zaman ona verdiğim isim ‘teta velata’ydı. Şiddetli bir oyunda gördüğüm bu eğilip bükülen bacaklar ‘teta velata’ydı, bir karıncalanma, bir baştan çıkış, bir aşağılanma.”
“Çocukluğum 13 yaşında bitti. Hepimiz için 13 yaş çocukluğun en son yaşı, dolayısıyla bilgelik çağıdır. Hayatımın mutlu bir dönemiydi. Okulun en akıllı çocuğu bendim. 1934 yazı başladığında hayatımda bir dönem kapanmış oldu. Bir dönem bitmişti ancak ben yeni dönem tecrübelerine hazırdım. O yaz, hayatımın en hoş ve en zafer dolu günlerini yaşadım.”
Pier Paolo 17 yaşında liseyi bitirdi ve Bolonya Üniversitesi’ne başladı. Üniversite yılları boyunca Bolonya’daki sol çevrelerin gazetesi Il Setaccio çevresinde yer aldı. Pasolini, Academiuta di lenga furlana’ni (Furlana dili akademiciği) yarattı. Diyalekt kullanımı faşist rejime başkaldırı anlamına geliyordu.
“Faşizm, doğduğum ülkenin irrasyonel bütünlüğüne ait diyalektleri, sembolleri hoş görmüyordu.”
Diyalekt kullanımı aynı zamanda, az gelişmiş halk kitleleri üzerinde kilisenin sahip olduğu hegemonyayı da kırmaya yönelik bir eylemdi. Sol da İtalyan dilinin kullanımından yanaydı ve Pasolini ‘sol’a diyalekt kullanımının kültür zenginliği anlamına geldiğini anlatmak için çaba gösterdi. Üniversite eğitimi boyunca Casarsa’ya dönüşleri Pasolini için hep mutluluk verici oldu.
“Zavallı çıplak insancıklar”
İkinci Dünya Savaşı yılları her sosyalistte olduğu gibi Pasolini için çok zor geçti. Ruh hali o yıllarda yazdığı bir mektuptan çok iyi anlaşılıyor:
“Sağlığım iyi, kötü değil, iyi, her şey iyi. Moral olarak da her şey sakinken, ki bu nadiren de olsa, o da iyi. Ama bunun dışında çok korkuyorum. Hayatı kaybetmek korkusu… Sadece benimkini değil ama diğerlerininkini de. Hepimiz öylesine kaderin eline düşmüşüz ki, zavallı çıplak insancıklar! Her şey ölüm, son ve silah kokuyor. Bu tiplerin dünyanın içine sıçtığını görmek tiksinti veriyor. Tükürmek isterdim toprağa, yapraklar yeşil sürgünler kusarken sarı ve gökyüzü mavisi çiçeklerle, dallardaki mücevherlerle birlikte…”
Pasolini 1943’te Livorno’da askere alındı. Ertesi günü Almanlar’a silah teslimatı yapmayı reddederek kaçtı. Biraz İtalya’yı gezdikten sonra Casarsa’ya döndü. Pasolini ailesi Almanlardan ve bombalardan uzak olan Versutta’ya gitmeye karar verdi. Pasolini burada lise öğretmenliği yapmaya başladı.
“Pasolini’nin Kardeş Acısı…”
O yıllara damgasını vuran en acı olay, kuşkusuz kardeş Guido’nun ölümü oldu. Guido, partizanlara katılmıştı. Pier Paolo, Guido’yu tren istasyonuna götürdü ve şüpheleri dağıtmak için de Bolonya’ya bir bilet aldı. Guido, Spilimbergo’dan Pielunga’ya hareket etti ve Osoppo partizan birliğine katıldı. Pier Paolo’nun kaybolan arkadaşı Ermes’in adını kendine kod adı olarak aldı. Anti-faşist grupların aralarında anlaşmazlık vardı. Garibaldi birliklerine bağlı Komünist birlikler Fruili’nin Tito’nun Yugoslavyası ile birleşmesini, Osoppo birlikleri ise İtalyan kalmasını istiyordu. Guido, Pier Paolo’ya yazdığı mektuplarda bu konuda yazılar yazmasını ve Osoppo birliklerini desteklemesini istedi. Pier Paolo bu makaleleri yazma fırsatını bulamadı.
1945’te Guido, Osoppo birliğinin diğer elemanlarıyla beraber Porzus’ta katledildi. Yaklaşık yüz Garibaldili silahsız taklidi yaparak birliğe yaklaştı ve yakaladıkları Osoppo birliği üyelerini öldürdü. Guido yaralı olarak bir köylü kadının yanına sığınmayı başardı ancak Garibaldi birlikleri tarafından bulundu ve kurşuna dizildi. Pasolini ailesi Guido’nun ölümünü ve nasıl gerçekleştiğini ancak savaş bittikten sonra öğrenebildi. Guido’nun ölümü Pasolini’leri, özellikle de anneyi yıktı. Babalarının Kenya’daki tutsaklığından dönüşüyle Pier Paolo ve annesi arasındaki ilişki daha da sağlamlaştı. Takip eden yıllarda kardeş Guido’nun ölümü, sağcı İtalyan basını tarafından Pier Paolo’ya saldırmanın bir yolu olarak defalarca sömürüldü.
İtalyan Komünist Partisi Dönemi
1945 yılında Pasolini ‘lirik şiir antolojisi’ adlı teziyle mezun oldu. Lise öğretmeni oldu. Aynı yıl politik faaliyetlerine başladı. 1947’de İtalyan Komünist Partisi’ne yakınlaştı. Partinin haftalık dergisi Lotta y Lavoro’ya yazılar vermeye başladı. Bu dönemde annesine yakınlığı daha da arttı. Babası ise Guido’nun ayak takımına kapılıp gitmesinden dolayı annesini suçlamaya devam ediyordu. İtalyan Komünist Partisi’ne sadakat cesaret işiydi. Pier Paolo, böylece derin acısını bastırma fedakârlığı gösteriyordu; ne de olsa Friuli Komünist Partisi, dolaylı da olsa Guido’nun ölümüne yol açan kurumdu. Pasolini, bölge sekreteri oldu. Ama parti ve etraftaki entelektüeller ondan pek haz etmiyordu. Çoğu komünist, Pasolini’nin sosyal gerçekçiliğe olan ilgisizliğinden şüphe duyuyor ve burjuva kültürüne sempati duyduğuna inanıyordu. Komünist Parti dönemi Pasoli’nin aktif olarak politik mücadele gösterdiği tek dönemdir. Ama daha sonra Pordenone Komünist Partisi teşkilatı, Pasolini’yi ahlaki çöküntü sebebiyle ihraç etti. Pasolini adeta içinden çıkışı mümkün olmayan bir uçuruma yuvarlanmış gibiydi. Kendini aklamaya çalışırken her şeyini yitirdi. Partiden atıldı, işini kaybetti, annesiyle arası açıldı. O dönem her şeyden kaçmak istiyordu. Annesiyle birlikte Roma’ya taşındı. Pier Paolo için artık yeni bir hayat başlıyordu.
“Kaçtık annemle, bir bavul ve sonradan sahte çıkan birkaç mücevheri alarak. Yük treni gibi yavaş bir trenle, kardan kalın bir örtüyle kaplanmış Furlana kırları boyunca, gittik Roma’ya doğru…”
Roma’da ilk yıllar zor geçti. Fakir ve yapayalnız yıllardı:
“İşsiz yıllardı, kimsenin beni tanımadığı yıllar. Hayatın benden beklediği gibi olamadığım için içsel bir korku tarafından tüketilen, durmadan en ağır konular üzerine çalışıp kafa patlattığım ama kendimi tekrarlamaktan öteye gidemediğim yıllar. O iki-üç yılı tekrar asla yaşamak istemezdim.”
Pasolini’de kendi deyişiyle ‘manevi değerlerin yerini sertlik, utanç, saygı, öfke gibi değerler’ aldı. Zor geçen Roma yılları artık yavaş yavaş geride kalıyordu. 1955 yılında ilk romanı ‘Raggazi di vita’ yayımlandı. Okuyucular ve eleştirmenler kitabı çok beğendi, ancak bazı çevrelerinin yaklaşımı olumsuzdu. Kitabı ‘bayağı bir zevkin ürünü, muzır ve adice’ diyerek yorumladılar. Kitabı için hem yazar hem de yayımcı hakkında dava açıldı. Kitap toplatıldı. Ancak daha sonra mahkeme kitabı beraat ettirdi ve suça teşvik eden bir unsur bulunmadığını açıkladı. Kitap raflardaki yerini tekrar aldı. Yine aynı dönemde, Pasolini o dönemde pek çok iftiraya maruz kaldı. 1957 yılında, Fellini’nin “Kabirya geceleri” filminin diyalekt kullanılan bölümlerini yazdı. Filmin jeneriğinde ismi senarist olarak yer aldı. 1960 yılında Il gobbo filminde aktör olarak ilk rolünü oynadı.
“Salo Ya Da Sodom’un 120 Günü” üzerine…
“Salo” (2), Pasolini’nin kuşkusuz en tartışmalı filmidir. Film, 1944 yılında Nazi Almanya’sının kontrolünde Kuzey İtalya’da kurulmuş kısa ömürlü bir faşist kukla devlet olan Salo Cumhuriyeti’nde geçer. Şehrin ileri gelen seçkinlerinden dört sefih 9 kız, 9 da erkek toplam 18 genci yakalayıp bir şatoya kapatırlar. Beraberlerindeki 4 yaşlı fahişe ile birlikte bu genç kölelere bir dizi fiziksel, ruhsal ve cinsel işkence uygularlar. Film, faşizi anlatmanın sıra dışı yorumlarından birisidir. Filmi izlerken izleyici o kadar büyük bir nefretle dolar ki, işte Pasolini, izleyicinin karşısına nefretin kaynağı olarak faşizmi koymaktadır. Pasolini, bu filmiyle Marquis De Sade’nin meşhur yapıtını baz alarak faşizme karşı müthiş bir eleştiri sunar…
“Çamura Bulanmış Bir Beden”
1975’te sahilde ideolojik ve dini görüşleri nedeniyle feci halde dövüldükten sonra kafasının üzerinden arabayla geçilen cesedi bulundu. Ölümünden kısa bir süre önce “Hepimiz Tehlikedeyiz” başlıklı o meşhur söyleşini yapan Pasolini, birçokları için ölümünde olduğu gibi zaten ömrü hayatında da “çamura bulanmış bir beden” di…
“Hepimiz Tehlikedeyiz”
(Pasolini’yle Röportaj), Tutto Libri
Pasolini ile öldürülmesinden birkaç saat önce 8 Kasım 1975 günü yapılan bir röportaj, Röportajın başlığının kendisi tarafından saptandığını belirtmek isterim. Görüşmenin sonunda, geçmişte de olduğu gibi, ayrıldığımız görüş noktaları belirdi ve ben ona röportaja bir isim verip vermek istemediğini sordum. Biraz düşündü ve önemli olmadığını söyledi; konuyu değiştirdi. Daha sonra bir şeyler bizi yine bu ana konuya getirdi. ‘İşte her şeyin anlamı’ dedi. “Sen, şimdi seni kimin öldürmeyi planladığını bile bilmiyorsun. Bu adı ver istersen: Çünkü hepimiz tehlikedeyiz!” (Tutto Libri)
Tutto Libri: Pasolini, sen birçok yazında nefret ettiğin şeylerden bahsettin. Tek başına, birçok şeye, kuruma, görüşe kişiye ve güce karşı bir savaş açtın. Soruyu daha karmaşık hale getirmemek için, başkaldırdığın bu sahneye ‘konum’ diyeceğim. Senin bahsettiğin bu konum tüm kötü yanlarıyla seni Pasolini yapan şeyleri kapsıyor. Yani yaratıcı güç ve değerler senin, ama ya araçlar? Araçlar ‘bu konum’undur. Seninki hayali bir düşünce diyelim. Bir el hareketi yapıyorsun ve her şey, senin nefret ettiğin her şey siliniyor. Sen ne oluyorsun? Sen o zaman yalnız ve araçsız kalmaz mısın?
Pasolini: Evet, anladım. Ama ben bu hayali düşünceyi yalnızca denemiyorum, aynı zamanda ona inanıyorum da. Medyumca değil tabii ki. Fakat biliyorum ki hep aynı çiviye vurarak tüm bir ev bile yıkılabilir. Radikallerin verdiği örnek ufak da olsa çok anlamlı: tüm bir ülkenin bilincini değiştirmeye çalışan üç-beş kişi. Tarih de bize bunun daha büyük bir örneğini veriyor. Yadsıma, her zaman asıl hareket olmuştur. Azizler, inzivaya çekilenler, entelektüeller. Tarihi yapan azınlık hep hayır diyenler olmuştur. Harekete geçiren yadsıma büyük ve tek vücut olmalıdır. Eichman iyi niyetliydi. Peki, onda eksik olan neydi? Onda eksik olan başlangıçta bürokratik ve idari görevlerini yaparken hayır diyebilmesiydi. Belki arkadaşlarına ‘şu himmler hiç mi hiç hoşuma gitmiyor’ diye söylenmişti. Belki de şu ya da bu tren, ihtiyaçlar için günde bir kez duruyor diye isyan etmişti. Ama hiçbir zaman makineyi durdurmayı denemedi. O halde üç tane konu var önümüzde. ‘Konum’ nedir, onu neden durdurmak ya da bozmak gereklidir? Ve ne şekilde?
Tutto Libri: İşte, ‘konum’u tanımlıyorsun. Bilirsin ki yazıların ve dilin, toz zerreciklerinden sızan güneş etkisini yapar. Güzel bir görüntü, ama bu durumda az ve silik görülür ya da anlaşılır, değil mi?
Pasolini: Güneş tasvirine teşekkürler. Ama ben çok daha azını bekliyorum. Senin etrafına bakıp trajediyi algılamanı. Hangi trajedi? Trajedi artık insanoğlunun değil de birbirlerine çarpan tuhaf makinelerin var olmasıdır. Ve biz aydınlar, geçen yılın ya da on yıl öncesinin demiryolları tarifesini alıp diyoruz ki: ‘Ne acayip, bu iki tren buradan geçmiyorlar ki, nasıl olup da bu şekilde çarpıştılar? Ya makinist çıldırdı ya bir suçlu vardı ya da bir komplo’. Özellikle komplo fikri bizi çileden çıkarıyor. Tek başımıza gerçekle yüz yüze gelme ağırlığından bizi koruyor. Biz burada konuşurken birileri bizi dışarı atma planları yapsa ne de hoş olurdu doğrusu. Kolay ve basit. Biz bazı arkadaşlarımızı kaybederiz, sonra örgütlenir ve ‘bizi kovanlar’ı biz kovarız yavaş yavaş, değil mi? Televizyonda Paris Yanıyor’u gösterdiklerinde, herkesin, gözleri yaşlı tarihin tekerrür etmesi isteğiyle tutuştuğunu biliyorum. Kolay, sen oradan, ben buradan temizleriz, bir evin dış cephelerini temizler gibi. O zamanlar halkın ‘seçim yapmak’ için ödediği zorluğun, acının, kanın üzerine şaka yapmayalım. Tarihin o anında sıkışıp kalındığında bir seçim yapmak, her zaman trajedidir. Faşist Salo, SS Nazi subayı, ya da normal insan, bilincinin ve cesaretinin yardımıyla ona karşı çıkar. Ama şimdi bu olanaksızdır. Biri sana dostça, kibar ve saygılı bir biçimde yanaşıyor (televizyonda örneğin). Diğeri -ya da diğerleri- senin karşına ideolojik görüşleri, savunmalarıyla çıkıyor ve sen bunların tehdit unsuru taşıdıklarını hissediyorsun. Bayraklarını açıyorlar, sloganlar atıyorlar, ama onları ‘erk’ten ayıran nedir peki?
Tutto Libri: Sana göre ‘erk’ nedir, nerededir ve onu nasıl ininden dışarı çıkarırsın?
Pasolini: Erk, bizi hükmedenler ve hükmedilenler diye ayıran eğitim sistemidir. Ama dikkat etmek gerekir. Bu eğitim sistemi yöneten sınıflardan, aşağılara taa yoksullara kadar uzanan sistemi oluşturur. İşte bu yüzden herkes aynı şeyleri arzular ve aynı şekilde davranır. Eğer elimde bir yönetim kurumu ya da bir borsa girişimi varsa bunu kullanırım. Aksi takdirde bir engel kullanırım. Ve bir engel kullandığımda, istediğimi elde etmek için şiddete başvururum. Peki, neden o’nu istiyorum? Çünkü bana onu istememin bir erdem olduğunu öğretmişlerdir. Ben de bu -erdem- hakkımı kullanırım. Hem katilimdir, hem de iyi.
Tutto Libri: Seni politik ve ideolojik bakımdan tarafsızlıkla, faşist, antifaşist olma ayrımının işaretini yitirmekle suçladılar.
Pasolini: Bu yüzden geçen yılın demiryolu tarifesinden bahsediyordum işte sana. Sen hiç vücutları bir tarafa, başları diğer tarafa baktığı için çocukları pek güldüren kuklaları görmüş müydün? Sanırım Toto böyle bir görüntüyü denemişti. İşte ben aydınların, sosyologların, uzmanların ve gazetecilerin gruplarını böyle görüyorum. Olaylar burada cereyan ediyor ve baş diğer tarafa bakıyor. Faşizm yok demiyorum, yalnızca dağdayken denizden bahsetmekten vazgeçin diyorum. Burada öldürme isteği var. Ve bu istek bizi bütün bir sosyal sistemin iflas etmiş solunun, solcu kardeşleri gibi bağlıyor. Eğer her şey kara kuzuyu ayırmakla çözülseydi benim de hoşuma giderdi doğrusu. Ben de kara koyunları görüyorum, hatta hepsini görüyorum. Bela da burada işte. Moravia’ya da söyledim. Ben yaşadığım hayatla bir bedel ödüyorum. Tıpkı cehenneme inen biri gibi. Ama döndüğüm zaman -eğer dönersem- farklı şeyler görüyorum. Bana inanın demiyorum. Gerçekle yüz yüze gelmemek için her zaman konuyu değiştirmeniz gerek diyorum.
Tutto Libri: Peki, gerçek hangisidir?
Pasolini: Bu kelimeyi kullandığıma pişmanım, ‘Açıklık’ demek istiyordum. Olayları sıralı tekrarlayalım. İlk önce trajedi: ne pahasına olursa olsun her şeyi elde etme arenasına bizi iten, ortak, zorunlu ve yanlış bir eğitim. Bu arenada kimimiz kanunlar, kimimiz de engellerle silahlanmış şekilde itilmişizdir. O halde ilk ve klasik ayırım ‘zayıflarla birlikte olmak’tır. Ama bir ölçüde herkes zayıftır çünkü herkes kurbandır, diyorum ben. Ve herkes suçludur da, çünkü herkes katletme oyununa hazırdır. Alınan eğitim: ‘sahip olma, elinde tutma ve yok etme’den ibarettir.
Tutto Libri: O halde başlangıç sorumuza dönelim. Sen, hayali olarak, her şeyi yok ediyorsun, ama sen kitaplarda yaşıyorsun ve onları okuyan zekâlara ihtiyacın var. Yani, tüketiciler aydınların ürünleriyle eğitiliyorlar. Sen, sinema yapıyorsun ve yalnızca hazır platolara değil, birçok büyük teknik makineye ihtiyacın var. Bütün bunları yok edersen, sana ne kalıyor?
Pasolini: Bana her şey kalıyor, yani kendim, hayatta olmam, görmem, çalışmam ve anlamam. Olayları anlatmanın, dilleri dinlemenin, dialektler yaratmanın, kukla tiyatrosunun bin şekli vardır. Diğerlerine çok daha fazlası kalır. Beni örnek alabilirler, benim gibi bilgili veya benim gibi cahil. Dünya daha büyür, her şey bizim olur ve ne borsa, ne yönetim kurulu ne de engellere başvurmamız gerekir. Görüyorsun, birçoğumuzun hayal ettiği dünyada (tekrarlıyorum: geçen yılın demiryolu tarifesini okumak, hele bu koşullarda yıllar öncesininkini okumak) silindir şapkasıyla ve ceplerinden dolarlar akan patron ve çocuklarıyla adalet dilenen sıska dul vardı. Kısacası, Brecht’in güzel dünyası.
Tutto Libri: O dünyaya özlem duyuyorsun diyebilir miyiz?
Pasolini: Hayır, patron olmaksızın patrona karşı çıkan o zavallı ve gerçek halka özlem duyuyorum. Her şeyden soyutlandıkları için kimse onları sınıflandıramamıştı. Ben patronla aynı, ne pahasına olursa olsun, her şeyi isteyen zencilerden korkuyorum. Bu acımasız şiddete yönelik inatçılık artık karakter ayrılığını yıkıyor. Son anda hastaneye kaldırılan kimse -biraz yaşama belirtisi varsa- doktorların yaşama olasılığı hakkında söyleyeceklerinden çok polislerin suçlu konusunda söyleyecekleriyle ilgilenir. Dikkat edilmesi gereken şey, neden-sonuç zincirinin, ya da kimin baş suçlu olduğunun benim artık ilgimi çekmemesidir. Senin ‘konum’ diye tanımladığın kavramı açıkladığımızı zannediyorum. Tıpkı bir şehirde yağmur yağdığı zaman türbinlerin suyla dolması gibidir. Su yükselir, masum bir sudur bu, ne denizin hırçınlığı ne de nehrin kollarının kötülüğü vardır bu suda. Fakat herhangi bir nedenden dolayı alçalmaz da hep yükselir. Birçok çocuk şiirindeki, ‘yağmurun altında şarkı söylerken’deki sudur. Ama yükselir ve seni boğar. Eğer bu noktadaysak diyorum, zamanımızı oraya buraya bir etiket koyarak geçirmeyelim. Bu lanet olası suyun çıktığı noktayı bulalım, henüz hepimiz boğulmadan.
Tutto Libri: Sen bu yüzden mi, zorunlu olan bir okula gitmeyen cahil ve mutlu çobanlar istiyorsun?
Pasolini: Böyle tanımlamak pek basit kaçardı. Ama bahsedilen zorunlu okul, umutsuz gladyatörler üretiyor. Kitle, umutsuzluk ve hınç olarak büyüyor. Ben belki inanmadığım bir fikir ortaya attım diyelim. Siz bana bir başkasını söylersiniz. Yani özgür ve kendi kendinin patronu olmak, amacı yüzünden ezilmiş halkın katışıksız devrimi için hayıflanıyorum denebilir. İtalya ve dünya tarihinde hâlâ böyle bir anın gelebileceği hayalini kuruyorum. Bu, düşündüğüm gelecek şiirlerimden birinde esin kaynağı olabilir. Ama bu bildiğim ve gördüğüm değil, düşlerimin dışında demek istiyorum. Ben cehenneme inmiyorum ve başkalarının huzurunu neyin bozmadığını biliyorum. Ama dikkatli olun. Cehennem size doğru yükseliyor. Tabii ki farklı maskeler ve bayraklarla geliyor. Tabii ki kendi değişmezliğini, açıklamasını düşlüyor. Ama onun engel koyma gereksinimi, saldırma, öldürme isteği kuvvetli ve geneldir. ‘Şiddetli hayat’a başlayan birinin deneyimi uzun süre gizli kalmayacaktır. Kendinizi kandırmayınız. Ve siz okulunuz, televizyonunuz, gazetelerinizle birlikte sahip olma ve yok etme düşüncesi üzerinde temellendirilmiş düzenin savunucularısınız. Ne mutlu size ki bir suçun üzerine güzel bir etiket yapıştırdığınızda mutlu oluyorsunuz. Bu bana kitle kültürünün başka bir işlemi gibi görünüyor. Bazı şeylerin gerçekleşmesine engel olunamadığında, çeşitli raflar meydana getirerek huzur bulunuyor.
Ama ortadan kaldırmak, yaratmak demek olmalı. Tabii eğer sen de bir yıkıcı değilsen. Kitaplar, örneğin, ne anlam taşıyorlar? Halk için değil, kültür için üzülenlerin yanında görünmek istemiyorum ama senin farklı dünya görüşünde, bu kurtarılmış halk, artık primitif olma özelliğini kaybetmiş olacak (bu sana sık yöneltilen suçlardan biri), eğer daha gelişmiş tanımını kullanmazsak…
Tutto Libri: Tüylerimi diken diken ediyor.
Pasolini: Moravia konuşmamda açıkladığımı sanıyorum. Kapamak, benim lisanımda değiştirmek demektir. Durumun umutsuzluğu ve kesinliği ölçüsünde kesin ve umutsuz bir değişim. Moravia ile özellikle de Firpo ile gerçek anlamda bir tartışmayı önleyen şey, aynı sahneyi görmeyen, aynı halkı tanımayan, aynı sesleri duymayan insanlara benzememizdir. Size göre bir olay, güzel, düzenli, net başlıklı olarak tanımlandığında gerçekleşir. Ama altında ne vardır? Orada malzemeyi inceleyen ve ‘beyler bu bir kanserdir, iyi huylu bir ur değildir’ diyebilme cesaretine sahip bir cerrah eksiktir. Bir kanser nedir? Tüm hücreleri değiştiren, her türlü mantıkla açıklamayı yadsıyan çıldırtıcı boyutlarda onları büyüten bir şeydir. Önceleri bir aptal ya da bir talihsiz olsa da (kanserden önce diyorum) önceki sağlığına kavuşabilmeyi hayal eden hasta, bir nostaljik midir? İşte, her şeyden önce aynı eski görüntüye sahip olmak için büyük bir çaba gösterilmesi gerekir. Ben politikacıları, onların formüllerini dinliyorum ve deli oluyorum. Hangi ülkeden bahsettiklerini bilmiyorlar, ay kadar uzaklar. Edebiyatçılar, sosyologlar ve her türden uzman da öyle.
Tutto Libri: Senin için bazı şeyler çok mu net peki?
Pasolini: Artık kendimden bahsetmek istemiyorum. Fazla bile söyledim. Herkes bilir ki, ben deneyimlerimi birey olarak ödüyorum. Fakat benim kitaplarım, filmlerim de var. Belki ben de yanılıyorum. Ama yine de hepimiz tehlikedeyiz demeye devam ediyorum.
Tutto Libri: Pasolini, eğer sen yaşamı böyle görüyorsan -bilmem ki bu soruyu kabul eder misin- riski ve tehlikeyi nasıl önlemeyi düşünüyorsun?
(Saat oldukça geç olmuştu, Pasolini ışığı açmamıştı ve not almak gittikçe güçleşiyordu. Yazdıklarıma birlikte göz attık. Sonra artık soruları bir yana bırakmamızı önerdi. ‘Çok soyut kalan bazı noktalar oldu sanıyorum. Bırak biraz düşüneyim, gözden geçireyim. Bir sonuç bulmam için biraz zaman tanı bana. Benim için yazmak konuşmaktan daha kolaydır. Yarın sabaha, sana eklediğim notları bırakırım.’ Ertesi gün, Pazar günü, Pier Paolo Pasolini’nin cansız vücudu, Roma polisinin teşhis odasındaydı.) (Tutto Libri)(3)
Pier Paolo Pasolini Üzerine Söylenenler:
Luchino Visconti: “Pasolini yakın arkadaşım değildi; ama onu tanır, kişiliğine ve yapıtlarına hayranlık duyardım. Onun bu korkunç ölümü, İtalya gibi zorbalığın her türlü kontrolden uzak, başıboş dolandığı bir ülkeden başka bir yerde olamazdı.”
Alberto Moravia: “Pelosi ve diğer katiller Pasolini’yi öldürmek için kullanılan birer maşaydılar; öldürme emri ise binlerce kişi tarafından, aslına bakılırsa bütün İtalyan toplumu tarafından verilmişti.”
Maria-Antoinetta Macciocchi: “Pasolini; cinsel, siyasi ve sanatsal tabuları aşmasına, bir yaşam ile bu yaşamın oluşturduğu eksiksiz bütünlüğün böylesine sergilenmesine dayanamayan, kararlı bir biçimde karşısına dikilen dünya tarafından öldürüldü. Bütün bir toplumun Pasolini’ye yönelttiği nefret, bir cinayetin sahnelenmesi biçiminde yoğunlaştı. Bu herkes için gözler önünde infaz edilen bir idama, bir ibret dersine dönüştürüldü.”
Marc Gervais: “O; yaralı, çelişkili, bir tür kıyamet günü nöbetiyle sarsılan bir sanatçıdır. Ama o, hayatın kendine özgü araçlarıyla, sürekli olarak uyuşmanın, barışmanın yerini ve zamanını arar durur.”
- Sciliano: “Hem silahsız hem silahlı bir peygamberdi o. Tepeden tırnağa silahlı; ama teslim olmuş bir şairdi. Eleştirileri apaçık, yalındı. Oynak bir yapısı vardı imgeleminin; hem görünür hem görünmez. Pasolini’nin nice yanları var ki daha uzun süre anlayışımızın ötesinde kalacak.”
(1) Rahatsız Eden Filmler, (http://www.sinemalar.com/grup/8420/rahatsiz-eden-filmler)
(2) Salo O Le 120 Giornate Di Sodoma / Salo Or The 120 Days Of Sodom
(3) Bu röportaj, ilk olarak La Stampa’nın Tutto Libri ekinin 8 Kasım 1975 tarihli sayısında, Türkiye’de ise ve sinema’nın Mart 1989 tarihli sayısında yayımlanmıştır.