Sefaletin Acımasız İronisi: “Mouchette”
“Mouchette sefalet ve acımasızlığın kanıtlarını sunuyor.
Mouchette’e her yerde rastlanabilir: Savaşlar, toplama kampları, işkenceler, suikastlar.”
Robert Bresson
(Bu yazı ilk olarak 30 Ekim 2011 tarihinde Mağara Dergisi’nde yayınlanmıştır.)
Fransız Yönetmen Robert Bresson’un 1967 yapımı filmi “Mouchette” hakkında yazarken, kendimi, Mouchette’in ızdırap dolu hayatını hissederek yazmam gerektiğini düşünmüş olmalıyım ki, onun acı dolu gözlerine bakarken, bir yandan da Beethoven’in 7. Senfonisi’nin, 2’nci kısmına (Allegretto) bıraktım. Bresson, bana göre en başarılı olan bu filminde, sevgiden yoksun büyüyen okul çağındaki “Mouchette” in çığlığına tanıklık ediyor. O’nun, içinde bulunduğu acımasız dünyası içinde yavaş yavaş ölüme doğru sürüklenişi, en büyük savaşı, yüreklerinde, evlerinde, köylerinde yaşayan ülkelerdeki yaşıtlarının hikâyesine işaret ediyor. Mouchette, “mutlu” Fransa yalanını yerle bir ediyor. Sistemin herhangi bir çarkına övgüler yada sövgüler yağdırmanıza gerek yok. “Mouchette” en çıplak haliyle sistemin sonucu olarak ortada…
Robert Bresson, “Mouchette sefalet ve acımasızlığın kanıtlarını sunuyor. Mouchette’e her yerde rastlanabilir: savaşlar, toplama kampları, işkenceler, suikastlar” diyor.
Bresson, filminden ve filmin ana karakterinden bahsederken iki kelime kullanıyor: “Sefalet” ve “acımasızlık”.
14 yaşında bir kızın, bir kasabada alkolik bir baba, yatalak bir anne ve kundaktaki kardeşiyle yaşadığı ürkütücü sefalet ve kasabadaki herkesin içine yerleşmiş acımasızlık tohumları… Yaşadığı ufak ve baskıcı kasaba hayatı ile sefalet arasına sıkışmış mutsuzluğunu, nihayetinde intihara kadar “yuvarlıyor” Mouchette… Şüphesiz ki Bresson, sefaletin filmini çekerken dramın kalplere bıraktığı izlerin de farkında. Kalplerdeki iz, sistemin derin bir bıçak yarası değil de ne?
Filminde, bir olayı anlatmaktan ziyade insanın ruh halinin kısa zaman aralıklarıyla nasıl “şekillendiği” ni aktarıyor Bresson. Sınırsız kıskançlık, kaçınılmaz bir sorumluluk, dinmeyen öfke, masumiyet, hınç, acımasızlık, dilsizlik, en ağır haliyle utanç, toplumsal körlük, iki yüzlülük ve daha pek çok insanlık halini sergiliyor. Ortaya adı “ölüm” denen bir gerçeği, “intihar” sonucuyla çıkarıyor.
Mouchette, içine yerleşen kalıcı mutsuzluk haliyle şarkı söyleyemiyor. Yaşıtlarına öfke duyuyor ve onlara zarar verici davranışlar sergiliyor. Okulundan çıkar çıkmaz alkolik babası eve gelmeden, eve gitmesi ve ölüm döşeğinde olan hasta annesine bakmak, kundaktaki kardeşini doyurmak zorunda.
Çevresinde, kaderine karşı öfkesini gösterecek bir şey olmadığından, dine ve tanrıya isyanını, tahta ayakkabısının çamurunu kilisenin taş kaldırımlarına silerek gösteren küçük bir kız.
Kimse Mouchette’i isteyip kucaklamamıştı. Ta ki cinayet zanlısı bir adam kendisine tecavüz edene kadar… O da kendisini isteyen tek kişi olan tecavüzcüsünü sevdi.
Mouchette’yi izlerken, bütün acıların insan yaratılışında filizlendiğini söylemeye cesaret edemiyorum. Benim söyleyemeye cesaret edemediğime Mouchette, sessizlikle ve bakışları ile cevap veriyor. Aynı, toplumların yanlışlar karşısında sessiz kaldığı gibi belki de… Bir seyirci olarak en acı olan şeylerden birisi de çatışma dolu bu atmosfer karşısında Mouchette’in yanında bir türlü olamamak.
Mouchette, annesinin ölmesi sonucu kasaba halkının ufak yardımlarını kabul ediyor. “artık ölülerin yıkanmadan ve kefensiz gömüldüğü” Fransa’da, annesi için yaşlı dindar bir kadın tarafından hediye edilen kefeni kendisi için kullanacağı kimin aklına gelir?
Sizleri Fransız sefaletinin o kirli asaletinin izlemeye davet ediyorum; eğer sinema tarihinin en ironik sonlarından birine hazırsanız…