Hesaplaşma
“Bir damla bile olsa mürekkep yalamış adamların arasındaki husumet,
kan davasından bile daha korkunçtur Sinan’cığım.
Bunu daha önce sana anlatmıştım;
aklın ibneleştirdiği insan tipinden bahsederken…”
Yeraltı
Yazar/Redaksiyon: Volkan Durmaz
(Bu yazı 5 Kasım 2012 tarihinde Mağara dergisi’nde yayınlanmıştır.)
Zeki Demirkubuz’un Yeraltı filminin DVD’si, sinema salonlarından sonra nihayet raflardaki yerini de aldı. Bu vesileyle filmle ilgili olarak hafızalarımızda etki bırakan sahnelere de ulaşma şansını yakalamış olduk. İzleyicinin ağzını açık bırakan ve bana göre filme damgasını vuran “yemek sahnesi”, şüphesiz filmin en vurucu sahnesiydi.
Sırrı Süreyya Önder ile Engin Günaydın’ın film üzerine gerçekleşen bir tartışmasına göre bu sahne, senaryonun 20 sayfasını (ve tahmini 20 dakikasını) oluşturuyor.(1) Önder’e göre –mizahi de olsa- çekilen bu sahne solculara dokundurulmakta…(2) Bana göre ise bu sahnede nelere dokunulmuyor ki! Yemek sahnesi, barındırdığı gerilimi, diyalogları ve ironisiyle hem kaynağı olan Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’a en yakın duran, hem de seçilen çekim açıları açısından, sinema tarihindeki yerini alıyor. Arkadaşlarıyla arasında adeta “sinir harbi” nin yaşandığı, benliklerin ortalığa saçıldığı, zihin kılıçlarının çekildiği yemek sahnesinde Muharrem, filmin birçok sahnesinde en basit diyalogların ve düştüğü küçük aşağılık ve aşağılanmışlık durumların aksine müthiş sözcükler kullanarak, dilini bir kılıç gibi kuşanmakta ve kullanmaktadır. Ne de olsa, “Bir damla bile olsa mürekkep yalamış adamların arasındaki husumet, kan davasından bile daha korkunçtur”
Dört eski arkadaş arasında düzenlenen yemeğin anlam ve sebebi Cevat’tır. Çünkü Cevat’ın yazdığı kitap (Ankara Sıkıntısı) Faik Akkoyunlu En İyi Roman Ödülü’nü almıştır. İstanbul’a gitmeden önce eski –solcu- arkadaşları tarafından onuruna bir yemek verilecektir. Yemekten tesadüfen haberdar olan Muharrem, Cevat ile arası iyi olmadığı halde dışlanmışlığını ‘parçalamak’ için önce kendisini ‘zorla’ davet ettirecek, daha sonra da içinden arkadaşlarına haykırmak istedikleri ile yüzleşecektir. Yemek sahnesinde gerçekleşen bu yüzleşmede Muharrem aklından geçenleri hayalde “kusarken”, filme damgasını vuran sahne de ortaya çıkmış olacaktır. Zira bu buluşma, Muharrem açısından o güne kadar ‘halı altına süpürülen’ birçok meselenin açığa çıkması anlamına da gelmektedir. Sonuç olarak bana göre bu sekans, Yeraltı’nın yeryüzündeki sinema dünyasında bıraktığı en büyük iz olacaktır.
Yer Tunalı Hotel… Muharrem, geç kalırım endişesiyle ilk giden olmuştur. Ancak kendisine yarım saat erken vakit belirtildiğinden bu zamanı şarap içerek ve umutsuzca tüketmiştir.
Cevat: Yemeğe özellikle katılacağını öğrenince çok şaşırdım. İyi oldu geldiğin. Bizden özellikle kaçtığını sanmaya başlamıştık.
Muharrem: Yok canım olur mu öyle şey! İş güç her zaman fırsat olmuyor. Hem gördüğün gibi buradayım. Dediğin gibi olsa gelir miydim hiç?
Cevat: Haklısın. Ama gerçeği söylemek gerekirse, en azından buna benzer bir durum olduğunu düşünüyoruz!
Muharrem: Ne gibi?
Cevat: Ne biliym? Tanser yüzünden gücenmiş olabilirsin mesela…
Muharrem: Tanser kim Allah aşkına yaa! Bir orospu yüzünden mi gücenecekmişim!
Cevat: Doğru söylüyorsun. Arkadaşlar orospular yüzünden birbirine gücenmemeli zaten! Ama yine de senin sandığın gibi insanlar olmadığımızı bilmeni isteriz! Öyle değil mi arkadaşlar!
Muharrem (kaşlarını çatarak): Sizin nasıl insanlar olduğunuzu sanıyor muşum ben? Yanlış anlama. Sadece merak ettiğim için soruyorum.
Cevat: Alınganlığın tuttu işte yine. Ben de bundan bahsediyordum. Sana karşı bir garezimiz olmadığını bilmeni istiyoruz Muharrem! Hiçbir zaman olmadı. Tanser olayında bile… ama sen nedense hep alınganlık yapıyorsun!
Muharrem: Öncelikle şu Tanser meselesini bi halledelim. Sözüm Meclisten dışarı, Tanser’in amına koyayım! Beni burada ilgilendiren alınganlık meselesi. Ben sandığınız gibi alıngan birisi değilim. Alınganlık da yapmıyorum. Ama madem konu buraya geldi, o zaman konuşalım! Ama başlamadan önce senden küçük bir şey rica edeceğim.
Cevat: Rica ederim. Buyur. Dinliyoruz seni!
(Burada Muharrem, savaşına başlamadan evvel düşmanlarını tek bir kişilikte toplayacaktır)
Muharrem: Hepiniz benim hakkımda aynı şeyleri düşünüyor olabilirsiniz. Bunu anlarım. Ama hepinizden tek bir kişiymiş gibi bahsetmeniz, kafamı karıştırıyor! Laflarımı hanginize bakarak söyleyeceğim konusunda sıkıntı yaşıyorum. Onun için herkes kendi adına konuşursa daha iyi olacak. Hem bunların da kendilerine ait bir düşünceleri olabilir! Sürekli “Biz” “Biz” deyip durursan o zaman nasıl söyleyebilsinler ki! (Burada insan çekirdeğinin sorunlarından biri olan ben-biz gerilimi müthiş bir diyalogla kelimelere dökülmektedir.)
….
Muharrem: Cevap gelmediğine göre, senin dediğin olacak herhalde. Peki, o zaman konumuza dönelim. Sizin nasıl insanlar olduğunuzu sanıyormuşum ben!?
(Bir sessizlik nokta koyar zamana! Bozulan Cevat, konuyu kapatır ve alttan alır)
Cevat: Valla Muharrem… Özlemişiz seni be… İyi ki gelmişsin. Neyse… Konumuza dönersek, bizim nasıl insanlar olduğumuz meselesine yani, boş ver be Muharrem, siktir et bunları. Ne sanıyorsak sanalım. Ne değişecek ki?
(Muharrem’in arkadaşlarına bu yönde ağır bir laf dokundurması, arkadaşlarını hiç rahatsız etmeyecektir buna rağmen Muharrem, Cevat’ın sürekli “biz” li konuşmasından ötürü dışlanmışlığının an be an yüzüne vurulduğunun farkındadır.)
Muharrem (içinden konuşur): Herşey tahmin ettiğim gibi en düzeysiz ve bayağı şekilde ilerliyordu. Ama unuttukları başka şeyler vardı.
—
Cevat: Çok bekledin mi?
Muharrem: O gün kararlaştırdığımız gibi saat tam 7’de buradaydım!
Cevat: Nasıl yaa? Saatin değiştiğini haber vermediniz mi?
Sinan: Unuttum yaa!
Cevat: Ulan ne adamsınız böyle şey unutulur mu ya? Adamı bi an ölü gibi görünce bir şey falan oldu zannettim. (Muharrem için kullanılan bu sıfatlar, arkadaşları arasında gülüşmelere sebep olur)
Cevat’tan cesaret alan bir tanesi: Valla ne yalan söyleyim ben de öyle zannettim.
Muharrem: Ne oldu ne zannettin?
Alaycı bir üslupla devamla: Ya işte gözler-mözler bi acayipti.
Muharrem: Öküzlük ettiniz diye sevinecek miydim ya? Niye gülüyorsunuz ki?
Bir diğeri: Adam doğru söylüyor. Bu yaptığınız gerçekten öküzlük. Bana yapılsa içime atmazdım.
Muharrem: İçime attığımı kim söyledi?
Bir diğeri: Birşey demedin de! Hem sen bana niye kızıyorsun ki? Haklı olduğunu söylüyorum lan!
Sinan: Tamam yaa uzatmayın! Ana yemeği söyleyelim mi artık?
Muharrem: Sinan sana bir şey soracağım. Sen başka laf bilmez misin?
Sinan: Hangi laf? “Ana yemeği söyleyelim mi” mi? (Muharreme karşı alaycı gülüşmeler devam eder)
Muharrem: Komikler şu manzarayı görse herhalde eserleriyle gurur duyardı! Memleket Cem Yılmaz olmuş haberimiz yok.
Sinan: Ne diym Muharrem yav sen de Cevat’ın dediği gibi her defasında takacak bir şey buluyorsun.
Bir diğeri: Yav taktığından değil ya işte; bize zekasını göstermek istiyor. Herşey apaçık ortada!
Muharrem: Merak etme burası ne yeri, ne de zamanı. Cevat’ın gecesini gölgelemek isteseydim çoktan almıştınız dersinizi!
Cevat: Kalamar güzelmiş.
Arkadaşı (tartışmayı sürdürerek): Hodri meydan diyorsun yani öyle mi?
Muharrem: Keyfiniz nasıl istiyorsa… Madem zekamı sınamak istiyorsunuz! Ama dediğim gibi Cevat’a ayıp oluyor. Bunun için isterseniz başka bir yemek düzenleyelim.
Sinan (Eliyle Cevat’ı göstererek, yalaka bir üslupla): Muharrem… Yeter artık yaa… Şurada en sevdiğimiz! arkadaşımızı göndermeden önce bir yemek yiyelim dedik, zehir oldu valla… Hayır gören de aramızda kan davası falan var sanacak.
Muharrem: Bir damla bile olsa mürekkep yalamış adamların arasındaki husumet, kan davasından bile daha korkunçtur Sinan’cığım! Bunu daha önce sana anlatmıştım; aklın ibneleştirdiği insan tipinden bahsederken…
Cevat (birden lafa dalar ve sözü -araklamak için- ceketinin cebinden kalem aranır): Bak bu iyiydi işte!
Muharrem: Kalem mi arıyorsun?
Cevat: Nereden anladın?
HAYALİ “ÖFKE KUSMA SAHNESİ”
(Bu andan sonra Muharrem “HAYALİ ÖFKE KUSMA SAHNESİYLE” kendi kafasındaki sorularını soracak, savaşacak, haykıracak ve hayali diyaloglar oluşturacaktır!)
Muharrem (alaycı bir gülümsemeyle): Eskiden de öyle yapardın da!
(ortam birden gerilir)
Cevat: Ne yapardım?
Muharrem: Böyle işte… Sohbet ederken hoşuna giden bir şey dolduğunda hemen kağıt-kalem aranırdın.
Cevat (Muharrem’in bir imada bulunduğunu düşünerek): Hatırlamıyorum. Niye aranırdım?
Muharrem: Not etmek için.
Cevat: Neyi?
Muharrem: Söyleneni.
Cevat: Hangi söyleneni?
Muharrem: Hoşuna giden söyleneni yada aklına gelen fikri…
Cevat: Yani?
Muharrem: Yanisi filan yok. Öyle aklıma geldi söyledim işte.
Muharrem (Cevat’ın sert çıkışından çekinerek ürkekçe sesini yumuşatır, geri adım atar ve devam eder): Hatta notçu derdik sana yaa. Daha sonra geliştirip fortçu diye değiştirmiştik. Hala hatırlamadın mı?
Muharrem diğer arkadaşlara bakarak “öyle değil mi arkadaşlar” şeklinde onay beklese de bu beklentisine destek bulamaz. Ortam daha da gerilmiş ve soğuk rüzgarlar esmeye başlamıştır.
Cevat: Eee?
Muharrem: Neyi soruyorsun anlamadım?
Cevat: Bir… Ben neden kalem arandım? İki… Bütün bunları niye anlattın… Üç… Söylemek istediğin yada ima etmek istediğin başka bir şey mi var? … Sayayım mı daha?
Muharrem: Evet söylemek istediğim birşey var. Hatta suratına haykırmak istediğim bir şey.
(Muharrem’e karşı cephe alanlar arasında yalakalık yarışı da başlamıştır)
Sinan (yalakaca): Muharrem napıyorsun sen delirdin mi? Yeter artık. Defol git şurdan!
Bir başkası (daha da yalaka bir tavırla): Yaa gerçekten delirmiş bu yaa! Çağıralım bir ambulans, attıralım bir hastaneye olsun bitsin yaa!
Bir başkası: Yaa Cevat izin ver dışarı çıkarıp ağzını burnunu kırayım yaa…
Cevat: Kesin lan bi. Çıt çıkmayacak!
Cevat: Dostoyevski “gerçek, her şeyin anasıdır ve üstündedir” der. “Zavallı egolarımızın bile…” Hadi bakalım Muharrem efendi! Neymiş yıllarca yüzüme haykırmak istediğin şey!
Muharrem: Dostoyevski “gerçek, her şeyin anası değil babasıdır” der. Ama çok da önemli değil. Söylemek istediğim şeye gelince; herkesin hatta bu yalakaların bile bildiği bir şey olduğuna göre öyle haykırmama gerek yok. Sen bir hırsızsın! Hem de hırsızın en önde gideni! Önüne gelen herşeyi cebine indiren adi bir yankesicisin! Söylemek istediğim işte bu! Yoksa notçu, fortçu! Hepsi lafın boku!
Muharrem (diğerlerinin yüzüne dönerek onlara seslenir): Öyle değil mi yalakalar? Niye söylemiyorsunuz düşüncelerinizi? Niye çekiniyorsunuz?
Muharrem (kendi içinde kendine seslenir ve tüm bu diyalogları aslında kendi kafasından geçirmektedir: Diyemedim tabii. HİÇ BİRŞEY söyleyemedim!
(Aslında söylenmek istenen gerçekler haykırılamamıştır. Diyaloglar gerçekte şöyle devam etmiştir.)
Muharrem: Kalem mi arıyorsun?
Cevat: Nereden anladın?
Muharrem: (Bu sefer yumuşak ve yelkenlerini suya indirmiş bir üslupla) Eskiden de öyle yapardın da. Öyle aklına gelen bir fikir olduğunda hemen kalem-kağıt aranırdın.
(Cevat, Muharrem’den duydukları sözleri not edip cebine indirmiştir bile. Bu arada yalaka arkadaşları Cevat’ın her hareketini büyük bir hayranlıkla gözlemektedirler. Ne de olsa yalakalığın gereğidir bu!)
Muharrem, şarabını yudumlarken kendi içinden şunları geçirir:
“Dünyanın en aşağılık düzeni karşımdaydı. Artık dayanamıyordum. Yüzlerine bile bakmadan hemen kalkıp gitmeliydim. ”
Gecenin sonuna gelinmiş, Muharrem hariç Cevat ve “yalakaları”, alkolün etkisiyle eski devrimci şarkılarını söylemiştir. Onlardan evvel alkol almaya başlamış olan Muharrem, erkenden alınmış bolca alkolün verdiği cesaretle gururunun tetiklediği konuşmasını –ancak- gecenin sonunda yapacaktır.
Haykırma (yada kusma) zamanı gelmiştir. Arkadaşları Muharrem’in bu konuşmasını doğal olarak çok da ciddiye almayacaklardır. Onu şöyle takdim ederler: Susun! Nietzsche hazretleri konuşma yapacak!
“Sevgili Generalim Cevdet Bey! Pardon, Cevat Bey ve kadirşinas yalakaları!
Şunu iyi bilin ki; gösteriş budalası insanlardan, gösterişli laflardan, gösterişin kendisinden hiç hoşlanmam! Bu, bir…
Kibirden, kendini beğenmişlikten, “bütün bu dağları ben yarattım” havalarından, süslü kişiliklerden nefret ederim! Bu, iki…
Yalakalardan, yalakalıktan, yalakaca edilmiş laflardan ve davranışlardan da nefret ederim! Bu, üç…
Dördüncüsü… Gerçeği, içtenliği ve samimiyeti çok severim. Ve Dostoyevski’nin dediği gibi: Gerçeğin, her şeyin üstünde, zavallı egoların bile üstünde tutulmasını isterim.
Arkadaşlığın, karşılıklı, açık sözlü ve yalansız olanı için canımı veririm! Evet buna bayılırım Sayın Generalim!
Arkadaşlık, hassaslık ve incelik isteyen bir iştir! Öyle kabalığa, özensizliğe, alaycılığa GELMEZZZ!
Yine de şerefinize Sayın Generalim! Güle güle gidin İstanbul’a… O kahpe Bizans’ı bizim için fethedin! Oradan da sürün atınızı, batıya… Viyana’ya… Nobel’di, Oscar’dı ne bulursanız getirin Ankara’ya!
Şerefinize Sayın Generalim! Şerefinize!”
(Muharrem içinden): Hayatım boyunca unutamayacağım bu rezillikleri düşündükçe bıçak gibi bir sızı kalbime saplanıyor, utançtan gebermek istiyordum.
—
Yemek sahnesiyle Yeraltı, her insanda hemen hepsinden biraz olduğu gibi şiddeti, nefreti, ikiyüzlülüğü, kendince dürüstlüğü, sıkıntıyı, bulantıyı, zerdüştlüğü (filmde Nietzsche hazretleri konuşacak! der Muharrem’in arkadaşları) vb birçok içsel durum mükemmel şekilde yansıtılmış ve bir “hesaplaşma” yaratılmış.
Demirkubuz’un dediği gibi bu sahne, ‘Muharrem gibi zayıf bir adamın dışta gösterdiği ile içte sakladığı arasındaki derin uçurumun farkını ortaya koymak’ için bir hesaplaşma sahnesidir. Buyurun hepimiz öfkemizi kusarak düşmanlarımızla “hesaplaşalım!”
(1) Sırrı Süreyya Önder-Engin Günaydın diyaloğu, En Heyecanlı Yeri, Skytürk.
(2) Önder: “Ne diyorsunuz o yemek sahnesinde? Sövmüş müsünüz solculara!”