Aslolan Samimiyettir
Yazar:
volkandurmaz
·
11 Nisan 2017
Acı bazen kaybolur ama düşünceler kalır”
Bazen bir aristokrat, aslında dünyanın en fakir insanıdır. Bazen de kaybedecek bir şeyi olmayan bir serseri, gizli zenginliğiyle göz kamaştırır.
Yönetmenliğini Olivier Nakache ve Éric Toledano’nun üstlendiği 2011 yapımı “Intouchables”[1], son dönem filmleri arasında dram-komedi türünde düşük bütçe ile yapılan en iyi filmlerden bir tanesi…
Filmin başrollerini François Cluzet ve Omar Sy paylaşıyor. Filmin gerçek bir hikayeden esinlenerek yapılmış olması filme daha da anlam katıyor.
Filmde, yamaç paraşütü kazası sonrası boynundan aşağısı felç kalan ve varlıklı bir aristokrat olan Philippe ile kendisine yardımcı olması için işe aldığı ve hapisten yeni çıkmış olan Driss’in dostluğa varan ilişkileri konu ediliyor. “Çoğunluk” Driss’in bu iş için doğru kişi olmayacağını düşünürken, Philippe, Driss’e inanıyor ve ona bir şans veriyor. Aslında Philippe, onda diğer başvuranlar arasında olmayan bir şeyi fark ediyor. Samimiyet ve içtenlik…
Filme, normalde yan yana gelmesi imkansız olan bu iki karakterin müthiş uyumunun ve bir süre sonra çılgın bir dostluğa dönüşmesinin, insanı derinden etkileyen hikâyesi demek de mümkün…
Philippe, zamanının büyük kısmını Chopin dinleyerek ve pahalı tablolarda kaybolarak geçiren, maddi zenginlik içinde ve bir kızı ile yaşayan bir aristokrattır. Driss ise Fransa’ya göç eden teyzesi ve eniştesi tarafından çocukları olmadığı için Senegal’den gelirken yanlarında getirdikleri yeğenleridir. Teyzesi onu istememekte iken o yoksulluk içinde hayata tutunmaya çalışan üvey kardeşlerini toparlamaya çalışmaktadır.
Driss, hapisten çıktıktan sonra zengin ve yalnız bir aristokrat olan Philippe’e iş başvurusu yapar.
Philippe, eğitim almış “diplomalı” bir çok başvuran arasında en düşük şansa sahip olan Driss’i seçecektir. İşin tuhafı Driss oraya işe girmek için değil devletten aldığı işsizlik maaşının kesilmemesini sağlamak için başvuru kağıdına red mührü vurulması maksadıyla gitmiştir. Kendisi vurdumduymaz, hapishane geçmişi olan bir banliyö serserisidir. Driss’i Philippe için farklı kılan şey kendisinin kural tanımaz oluşu ve araya mesafeler koyan prosedürlerden bihaber biçimde ona sanki ev arkadaşı, abisi gibi davranması olmuştur.
Philippe, bir sahnede arkadaşlarından birisine, kendisinin “engelli” olduğunu arada bir unutan Driss’i kabul etmesinin sebebi olarak, “bana engelli olduğumu unutturuyor ve normal bir insan gibi davranıyor” diyor.
Ayrıca Driss, Philippe’i sakat arabası yerine bir spor otomobile bindirirken ve evin önüne park eden komşuyu yaka paça ikaz ederken son derece “pragmatik” tir. Bu da Philippe’in normal bir insan gibi hissetmesini sağlamaktadır.
Philippe, Driss’e önce bir ay deneme süresi verir. Driss, nasıl olsa kabul edilmeyeceği bu iş için bir aylık zamanda gerçekten “kendisi gibi” davranır, son derece açık sözlü olarak düşüncelerini ifade eder. Ancak Driss’in bu doğallığı ve içten davranışları Philippe’in hoşuna gidecektir. Philippe, ihtiyacı olanın bu olduğuna kanaat getirir ve bir ay sonra Driss’le devam eder. Philippe’in ihtiyacı olan, gerçekleri onun yüzüne açıkça söyleyecek olan gerçek bir dosttur aslında. Onu bulmuştur.
Driss, bir resim sergisinde bir tabloya dalmış bakan Philippe’e şöyle der:
“Bu boktan şeyi alamazsınız! Elemanın burnu kanamış, 30 bin istiyor!”
Philippe’i mutlu eden tek şey, uzakta hiç görmediği bir sevgilinin varlığıdır. Eleonore isimli bu kadına şiirlerden oluşan mektuplar yazarken her sabah ondan gelecek olan mektupların yolunu gözler. Bu dokunuşu olmayan ve mektuplarla yürüyen bu ilişkiyi fark eden Driss, bundan rahatsızlık duyar.
Philippe, temassız ilişkisini şöyle tanımlar:
“Entelektüel ve duygusal bir ilişki bu. Fiziksel değil… Zihinler arası bir ilişki istiyorum ben.”
Driss, bir an telefonla Eleonore’u arar ve Philippe’in kulağına tutarak zorla ilk konuşmanın gerçekleşmesini sağlar.
Driss, Philippe’in herşeyi olur. Bir gece nefes darlığı çeken Philippe’i ondan talimat beklemeden sabahın erken saatlerinde Paris sokaklarında dolaştırır.
“Paris’i görmeyeli yıllar oldu. Kendimi kızgın ızgaraya atılmış dondurulmuş biftek gibi hissediyorum. Hiçbir şey hissetmiyorum ama yine de acı çekiyorum.”
Driss, Philippe’in durumundan o kadar habersizdir ki, ona acımadan ama içtenlikle garip sorular yöneltir. Philippe’i asıl mutlu eden, dibinde olup onun acıları yokmuş gibi davranan Driss’tir.
Belki bazen acıları görmemek, onları dindirmenin formülüdür de…
Driss: Kaç zamandır sormak istiyorum. Kadınlarla nasıl yapıyorsunuz?
Philippe: Bir şekilde uyum sağlıyorsun.
Driss: Yapabiliyor musunuz, yapamıyor musunuz?
Philippe: Belki fark etmemiş olabilirsin ama boynumdan ayak parmaklarıma…
Driss: Yapamıyorsunuz yani…
Philippe: O kadar basit değil… Yapabiliyorum ama yapmamak benim kararım. Ayrıca başka yerlerden de zevk alınabilir…
Driss: Öyle mi?
Philippe: Hayallerinizin bile ötesinde.
Driss: Herhalde öyledir. Ne var mesela?
Philippe: Mesela kulaklar.
Driss: Kulaklar mı?
Philippe: Kulaklar oldukça hassas erotik bölgelerdir.
Driss: Kulaklarınızı mı yalatıyorsunuz yani? Hayatta aklıma gelmezdi.
Driss, sonra bir “cigaralık” sarar ve Philippe’e uzatır.
Yamaç paraşütü kazasından sonra felç kalan Philippe, Driss’in zorlamasıyla tekrar uçmaya başlar. Her şey rayında giderken, ilerleyen günlerde Driss, üvey kardeşlerinin ona ihtiyaç duyması sebebiyle işi bırakarak evine döner. Philippe’in Driss ile geçirdiği güzel günler de geride kalacaktır. Driss’in yerine gelen bakıcılar ise Driss’in yerini doldurmak bir yana Philippe’in keyfini iyiden iyiye kaçıracaktır.
Kötü bir anında Driss geri gelir ve Philippe’i alıp şehirden uzaklaştırır. Hatta ona bir sürprizi de vardır. Eleonore’u bulup getirmiştir.
Driss, Philippe’in neredeyse “nefesi” oluyor. Sonra da deyim yerindeyse görevini tamamlayıp, yerine güzel bir kadını, Eleonore’u bırakıyor. Driss’i kaybeden Philippe, yarı buruk, yarı utangaç gülümsemesiyle Eleonore’una kavuşuyor.
Seviyeli bir dramla içimdeki bastırılmış hüznü tetikleyen film, Fransız sineması için bir zıplama tahtası niteliğinde…
Filmde göçmen, serseri, banliyölü bir kişinin burjuvaziye ve onun getirdiği yaşam tarzına eğlenceli ve bir o kadar eleştirel bakış da yok değil… Yönetmen, trajediyi drama sürüklemek varken komediye direksiyonu kırıp çok keyifli bir hayat komedisi çıkarmayı yeğlemiş, bunu da fazlasıyla başarmış. Gene de “güldürürken düşündürmek” dedikleri bu olsa gerek…
Gerçek hayattan esinlenilerek yapılmış olan bu filmle alakalı olarak Philippe, Abdel (filmde Driss) ve yaşadıkları hakkında “le second souffle” adında bir anı kitabı yazmış ve tüm içtenliğiyle arasında dağlar kadar fark olan bu insanla kurduğu dostluk ve onun kendi girdiği çıkmazdan nasıl kurtardığı hakkında çıkarımlarda da bulunmuş.[2] Filmden önce ayrıca bir de belgesel çekilmiş.[3]
Bu arada filmde Franz Schubert’in “Ave Maria” ve Antonio Vivaldi’nin “The Four Seasons” (Dört Mevsim) gibi mükemmel parçalara yer verilmesi de filmin en güzel yanlarından bir tanesi…
Aslolan, ders çıkartılması gerekecek nitelikte gerçeklerdir. Bazen bir aristokrat, aslında dünyanın en fakir insanıdır. Bazen de kaybedecek hiç bir şeyi olmayan bir serseri, gizli zenginliğiyle göz kamaştırır.
Bazen dokunuşu olmayan bir kadın bir umut iken, parasız bir serserinin bir zenginin hayatına dokunuşu ona can verir.
Biraz pragmatizm, biraz da prensipler…
Ama aslolan samimiyettir!