Koca Dünya
“İnsan ne ki temiz olsun!”
Şahitlik ettiğim dramatik bir masalsı evrendi sanki…
Koca Dünya ile içinde yaşadığımız bu acımasız dünyaya ayak uyduramayan güzel canlılarla tanışıyor/yüzleşiyoruz.
Orman sesleri, sezileri ve ruhuyla dolu bir dünyada kayboluveriyoruz; Ve koca dünyada geçirdiğimiz her an, başka bir şeye duyduğumuz o ilkel özlemin büyüsünü hatırlatıyor.
Ali ve Zuhal… Kardeş olduklarına inanarak birlikte büyüdükleri yetimhaneden çıkarılmış, koca bir dünyaya karışmışlar.
Zuhal (Ecem Uzun), evlatlık verildiği bir ailenin yanında tutsak hayatı yaşamakta… Evlatlık verildiği aile, Zühal’i kardeşi Ali’ye göstermemektedir.
Motosiklet tamircisi olarak çalışan Ali ise kendi gibi birkaç erkekle bir çatı altında hayatını sürdürmekte; zaman zaman Zühal’i görmek için onu evlatlık edinen ailenin kapısına dayanmaktadır.
Her seferinde kapıdan çevrilen Ali, evin babasının Zühal’i ikinci eşi olarak almayı düşündüğünü duyduğu bir gün kapıya dayanır; tüm aileyi bıçaklar ve Zühal’i evden kaçırarak motosikletiyle İstanbul’dan uzak bir yere götürür.
Merhametten yoksun yaşayan Zühal’in, Ali’nin bu suç teşkil eden fiilinden hiç rahatsız olmamasını anlamak, onun içinde bulunduğu daha büyük bir acının var olduğunu yansıtıyor adeta… Rahatsız olmak bir tarafa, dünyam diyebileceği yeni bir hayata başlarlar.
O pis dünya onlara yaşayacak bir yer bırakmadığı için alternatif bir dünya yaratma çabası içine girerler. İki kardeş medeniyetin dünyasından dışarı atılmışlardır artık, geri dönemezler, sıfırdan başlamak durumundadırlar.
Böylece ormanın derinliklerinde bir nehir kenarında yaşamaya başlayan iki kardeş için bambaşka bir mücadele başlar.
Kaçış bir kurtuluşsa belki de kovalanmak iyidir; Belki de kovalanmazsan kaçamazsın!
“Ali ile Zehra acaba kardeş değiller mi? Acaba bir yakınlaşma mı olacak? Belki de kardeş olmalarına rağmen bir yakınlaşma mı olacak?” diye zaman zaman aklımız bulanmadı değil! Ama bu Yönetmenin zaman zaman seyircinin kafasını ihtimallerle kandırdığı bir ters köşeden ileri gitmiyor; tahminlerimizde yanılmamızı sağlıyor.
Zira Ali’nin hayat kadınlarıyla (yada bir travesti ile) aktif cinsel yaşamı, onun bir aseksüel olmadığını gösteriyor. Ali’nin ödipal sıkışıklığını, hayat kadınının kollarına sığınma şeklinden ve ona güzel sözler söylemesinden anlıyoruz. Yine de -belki kendi etik değerlerinden, belki de aile kavramına yüklediği kutsiyetten olsa gerek- “kardeşliklerini” korumaya gayret ediyorlar ve aralarındaki saflık zarar görmüyor. Hatta ve belki de bu hayattaki yegâne dersini de bir hayat kadınından alıyor:
“Geceyi gündüzlerine koyuyorlar. Işık, karanlığa yakındır diyorlar… Eğer ahireti evim diye bekliyorsam; eğer çukura babamsın sen diyorsam; kurda kuşa anamsın, kardeşimsin sen diyorsam; Anladın mı? Öyleyse benim ümidim nerede?”
O kadın ki, odasındaki saksıda hayatta kalmaya çalışan kurumuş çiçeği gibi, loşluktan ağlayan duvarların karanlığında sessiz ve Türkan Şoray posterli bir odada, yatakta, kucağına sığınan yeni yetme Ali’ye seslenmekten çok, kendi kendine yakınmaktadır aslında…
Acılar hep gerçeklerden, huzur ise doğadan akıyor…
Bir yanda modern dünyanın kirli yüzü, ilişkilerin çarpıklığı ve menfaate dayalı yüzü, öte yanda doğanın şefkatini ve iyileştiriciliği, ona sığınan iki kardeşi kucaklayıp onlara yeni bir yaşam sunuşu…
Görüntü yönetmeni Florent Herry’nin yarattığı o masalsı atmosfer ve büyüleyici doğa temaları, bu defa kimsesizliklerini tabiatın kollarında unutmaya/kaybetmeye çalışan, ağaçların koynunda uyuyan, annesi ve babası olmayan yaralı çocuklara sahne oluyor.
Bir anda hayvanlar, böcekler, ağaçlar ve bataklık filmin yardımcı oyuncularına dönüşüveriyor.
Canlısı, ağacı, o renk cümbüşü, adaleti, huzuru her şeyiyle doğa o kadar naif ve masum ki, insan bencilliği ve büyük kibriyle hak etmiyor doğanın bu erdemini…
Ormanda başka dostlar da var elbette… Başta keçi olmak üzere yılan, balık, örümcek, manda, sonra ansızın kanatlanan bir martı, kaplumbağa ve salyangoz… Zaman zaman da kulaklarımıza sesini duyuran bir baykuş yada bir kurt…
Güzelliğinin sırrı ıssızlığına borçlu bir orman… Ve sanki gerçek analarının yapamadığını yapıp sarmalayan tabiat ana… Tüm olası kötülüklere rağmen kıllarına zarar gelmiyor. Ne yılanlardan ve kurtlardan, ne de annelerini arayan o üç adamdan…
Sinirlenince bağırıp çağırabileceği, bir ölüye de ait olsa, elini tutabileceği birilerinin olduğu bu dünyanın bir parçası oluveriyorlar.
Devletin elinin uzanamayacağı bir yer… Ormanın derinlikleri, hatta bir bataklık… Böyle olunca da kendi cennetlerini yarattıkları bu ormanda, devletin onlara verdiği isimleri dahi reddediyorlar. Kum-Kum ve Mi-Mi’nin hikayesi oluveriyor artık bu Koca Dünya…
İki çocuk -ki gerçekten kardeşler mi hala bilmiyoruz; ama her ikisi de yetimhaneye terk edilmiş- tıpkı masalda babaları tarafından ormana bırakılan iki kardeş gibi… Ve yine aynı masaldaki gibi yolları bir evle kesişiyor.
Ali’nin derme çatma muşambadan yaptığı kapısız bir baraka, en güvenli dünyaları oluveriyor. Gene de yakalanma korkuları sıraya dizilmiş gibi gerçekleri hatırlatarak bizlere adım adım bir gerilim yaşatıyor.
Gelin görün ki tabiat ana kollarını bu kimsesizlere açsa da gerçek dünyadan da tam anlamıyla bir kopuş kolay olamıyor.
İşe gitmek zorunda olduğu için gün boyu ormandan ayrılmak zorunda kalan Ali, en çok ilgi ve sevgiye ihtiyacı olduğu dönemde Zühal’i ister istemez bir yalnızlığa terk ediyor.
İlk gün abisinin geç gelmesi sonrası “korktun mu?” sorusunu “hayır, yalnız kaldım” diye yanıtlasa da daha sonra abisine olan tüm sevgisine rağmen, onun da sözlerini tutmamasıyla ve yalnızlığına ihtiyacı kadar çözüm olmamasıyla kendisini tek ebeveyni olan doğaya, Ali’den çok daha önce teslim ediyor Zühal…
Zühal ormanda gördüğü adamlardan neden bahsetmiyor abisine diye merak edecek oluyoruz ama cevabı belli! Birlikteyken tüm somut olayları bir yana bırakan iki kardeş, ormanda karşılaştıkları insanları bile birbirlerine anlatmaktan imtina ediyorlar, boş veriyorlar, susuyorlar! Dertlerinden kaçıp sadece yaşama odaklanıyorlar adeta…
Yalnızlığa terk edilen Zühal’in ‘önceleri’ psikolojisinden ötürü kusma nöbetlerine girdiğini düşünsek de o ilk kusma sahnesinden sedyedeki son âna kadar içimizdeki sesin sürekli tekrar ettiği bir şey var: hamile! Çünkü daha çocuk yaşında evlatlık gittiği ailenin babasının cürmüne uğruyor ve hamile kalıyor! Her ne kadar Ali ona “O adam sana bir kötülük etti mi?” diye sorduğunda hepsi geçmişte kaldı edasıyla cevap vermekten kaçınsa da, hiçbir şey geçmedi ve tüm gerçekliğiyle orada duruyor! Kurtulamadığı bu gerçek de, onu için için yiyor ve sonunda yakalıyor!
Ormanda dolaşan aklı yerinde olmayan yaşlı bir kadının önce varlığını bilmek, sonra ölüsünü bulmak bile bir destek Zühal’e… Ölü bir kadının ellerinde hayat buluyor çünkü! Kuru yapraklar arasına gizliyor hayat dolu pınarını…
Zühal’in aşama aşama hastalanmasını tetikleyen bir diğer neden de, Ali’nin verdiği sözleri tut(a)maması… Zuhal hayal kırıklığı yaşıyor ve o sırada karşısına çıkan yaşlı kadında kendini buluyor. Onunla bütünleşiyor. Aynı anda gördüğü keçiyle annesini bağdaştırması da bu yüzden…
Ateşler içinde sayıkladığı bir zaman karşısına çıkıveren mandayı babasıyla özdeşleştirecek, masallardan fırlamışçasına iki kez beliren o sevimli beyaz keçinin güzel gözlerindeyse annesini görecektir…
Filmde ana yardımcı oyuncumuz “doğa”, arka planda Ali ile Zühal’e yani Mi-Mi ve Kum-Kum’a hep güzellikleriyle muamele ediyor. Gelgelelim ön plandaki “insan doğası” onları bu masumiyet ve ferahlıkla baş başa bırakmıyor! Ailenin erkeği olarak evin geçimini teminden sorumlu olan Ali, ormandan dışarı çıktıkça kendi tabiatından dışarı sızan kirini ve dışarıdaki kiri “ev” e getiriyor…
Ali, doğadan uzak olduğu her fırsatta, kasabaya gelen panayırda zehirlenerek buluyor kendini! Panayır, gürültülü ve hilekâr ışıltısıyla, yalanıyla birlikte bedenini de satan falcısıyla bir ülke yansıması adeta…
Ali, belki biraz da babasızlığın getirdiği etkiyle, hayatında kadına olan ihtiyacı erkeklik öğeleri bulunan birinden karşılıyor. Takıntısı başına bela olan panayırdaki hayat kadını da kendini “dayı” olarak, olmadı “amca” olarak tanıtıyor. Ve kendini en yakın hissettiği tamirci arkadaşı dahi kendisinden hayal kırıklığıyla bahsedince ve dış dünyaya ait her şeyini kaybedince nihai aile arayışı da sona eriyor… Dışarıdaki ailesi yerine kendisini tek ailesi olan Zühal’e ve tek ebeveyni olan doğaya salıveriyor; ama iş işten geçiyor!
Ya Panayırda şarkı söyleyen küçük kız çocuğuna ne demeli! O da elinden alınmışlardan… Berbat ve sabır sınayıcı sesine rağmen ama o masum yüzüyle tezat oluşturan abartılı makyajı ve kostümüyle, filmde bir başka çocuğun daha bu bozuk düzen içinde telef oluşuna; bir çocuğun daha istismarına tepki verilmesi gerekirken, ikiyüzlü bir sessizlik ve kabullenişe şahitlik ediyoruz…
Kendi arabeskine arabesk katıyor adeta!
“Gözlerinin karası
Oldu yürek yarası
Bu gönül macerası
Yaktı beni…”
İnsan ve bu insana ait olan “koca dünya” onları rahat bırakmıyor. Hamile olan Zühal’in acil sağlık ihtiyacı onları bu rüyadan uyandırıyor ve hiç konuşmadıkları gerçekliğin buz gibi soğuğunu çarpıveriyor iki kardeşin yüzüne…
Sedyede bir çaresiz…
İki kardeş modern dünya tarafından yenilgiye uğratılıyor ancak o da ne! Hastane önünde çaresizce yere yığılmış/bir anlamda yıkılmış duran Ali’nin önünde kardeşi Zühal’in baba dediği keçinin, Ali ormandayken -üstelik hayvanı kovmuş olmasına rağmen- tekrar belirmesi ve Ali’nin de tıpkı kardeşi gibi hayvana “baba” diye seslenmesi bir anlamda bize tercihini son anda değiştirdiğini gösteriyor.
Ve Ali yanıtıyla bu daveti kabul ettiğini gösteriyor.
Modern dünya ve çıkara dayalı kirli dünyası insanı (Ali’yi) yıkıma uğratırken, çareyi kurtuluşu yine doğanın salt gerçekliğinde buluyoruz. Görüyoruz ki, insan aciz ve yalnız bir yaratık farkında olmasa da…
Birbirimizden ve kirli içlerimizden kaçıyoruz ve ilk ait olduğumuz yerde, tabiatın cenininde yeniden var oluyoruz.
Avucumuzda ne var! Peki ya gerçek ne! Kardeş olup olmadıkları bile belli olmayan Ali ile Zühal’in, yetimhane sonrası yaşamları!? “
Devletin bizi koruması lazımdı!” ama!!! Oysa Ali bir oto tamircide çırak; Zuhal ise yanına gittiği ailede bir kuma!
Sosyal gerçeklik, toplumsal yara ve kirlenmişlikten masalsı bir atmosfer yaratan Reha Erdem’in Koca Dünya’sı, yönetmen ne kadar inkar ederse etsin! metaforlarla bezenmiş; Nils Frahm’ın müzikleri ve renkleri ile izaha muhtaç şiirsel ve masalsı güzellikte…
Filmin ormanda geçen o her sahnesi içimde hala demleniyor sanki…
Sahneler gözümün önünde hala…
Öksüz iki kardeşin/çocuğun yeni bir kimlik, yeni bir dünya arayışları sonunda bir ülke yansıması tadında panayır, gözleri üzerinde bir baba rolünde ormanda bir keçi…
Koca Dünya, bize bin bir pisliğinden kaçıp kurtulacak bir yer kalmadığını hatırlatırken, ister istemez bilinçli bir hüzne boğuyor…