House Of Cards
“Hayatımız yalan, hayatımız siyaset!”
Yazar: Kenan ARPACIOĞLU
“Teröre boyun eğmeyiz; terörü biz yaparız!”
Bir ülkenin özgüvenine hayret ettirecek kadar muazzam ve çarpıcı bir final ile son noktayı koyan “House of Cards” tek kelimeyle şahane bir politik kurgu…
Dizi, bir politik kurgu olmasının yanı sıra birçok gerçek olguyu da içinde barındırırken sistemin ve politikanın iç yüzünü ortaya koyması açısından keyifli bir turnusol görevi üstlenmekle kalmıyor; söz konusu siyaset olduğunda seyirciyi daha da sorgulayıcı olmaya ve kapalı kapıları aralamaya yöneltiyor.
Bir kongre üyesinin ABD Başkanlığına yükselmesi ve bu görevdeki devamlılığının sağlanması uğruna nelere katlanabileceği; hangi ahlaki, politik ve hukuki sınırları zorlayabileceğini gösteren bir yapım olarak dikkat çekse de “House Of Cards” kesinlikle bundan çok daha fazlası…
Bir anlamda da bir sistem filmi… Ama sadece ABD sisteminin içine bakan değil; ABD’nin hegemonya kurduğu dünya sistemini de gözler önüne seren, tehditleri ve mücadele yöntemini, günceli kısmen yakalayan ölçüde ortaya koyan bir yapım…
Örneğin; iç sistem açısından dizide kuvvetler ayrılığının, hukukun üstünlüğünün, paranın ve özgür basının Frank’i en çok zorlayan erkler olduğunu gözlemliyorsunuz.
Küresel sistem açısından ise; ABD’nin işin merkezinde olduğunu, karşısında etkin rakip güçler olarak Çin ve Rusya’nın konumlandığını, Avrupa’nın ise pek de esamesinin okunmadığını gözlemliyorsunuz. Dizide Ortadoğu -gerçekte olduğu gibi- sorunlu, güvenlik tehdidi oluşturan bir bölge ve ABD ile Rusya’nın diziye de yansıdığı gibi bilek güreşine sahne olan bir alan… Bilhassa Ürdün, Suriye ve Irak; siyasi pazarlık ve İslam Hilafet Ordusu (IHO) adlı örgüt dolayısıyla dizide bahsi geçen ülkelerden… İsrail ise ABD politikası açısından Ortadoğu’da güvenliği sağlanması gereken bir ülke olarak kendisine yer buluyor. Ortadoğu olur da Türkiye olmaz mı? Olmalı ama dizide Türkiye, Ortadoğu ile ilgili repliklerde yer almıyor. Sadece bir kez Rusya Devlet Başkanı Viktor Petrov ile ABD Başkanı Frank Underwood arasında, İzmir askeri üssü üzerinden bir pazarlık unsuru olarak geçiyor.
Dizi; içeriğiyle, çekildiği dönemin mevcut Başkanı Barack Obama’yı, ABD kurumlarını ve kongre üyelerini rahatsız etmesi gereken bir yapım… Ama gelin görün ki; rahatsız etmenin ötesinde Başkan Obama’nın da takip ettiği ve zaman zaman Frank Underwood’u alaya aldığı bir yapım oluyor. Yine sonrasında Başkan Donald Trump ve Frank Underwood arasında da bazı keyifli göndermeler yapılmış.
Politik film yapmak zordur; hele ki bir de yakın dönem çekmek söz konusu ise daha da zor… Her ülkenin siyasi kültürünün bu tarz yapımları kaldırmadığı muhakkak… Zira bazı ülkelerde sanatçıların, yapımcıların, yönetmenlerin sanatsal sınırları olmasa da politik sınırları var.
Frank Underwood bu anlamda sınırları oldukça aşmış bir kurgusal karakter olarak ortaya çıkıyor. Kongreye rağmen istisnai yoldan Büyükelçi yaptığı, daha sonra ise ABD Başkan Yardımcılığı için önünü açtığı ve kendinden sonraki ABD Başkanı olarak ön plana çıkardığı eşi, first lady Claire Underwood ile ilişkisi ve evlilikleri dahi başlı başına ayrı bir ilgi odağı… Öyle ki; bir gün ciddi tartışmalarından birine sebep oluğu gibi Frank’e kongre üyeliği yolu açan ve onu Başkan yapan da eşidir. Bunu Frank de kabullenmiş olsa gerek hiçbir talebine kesin olarak diretmemekte ve eşi Claire’nin gücünü karşısına almaktan hep imtina etmektedir.
Koruması Meechum ile olan aykırı ilişkisinden; kaburgacısı Freddy ile sıra dışı dostluğuna, dine karşı bakışına, heykeli ile konuşması akabinde İsa’nın yüzüne tükürmesine kadar pek çok sınır aşılmıştır kurgusal Başkanın dünyasında… ABD Başkanlığına gelmesinin ilk günlerinde siyaseten yaptığı bir mezarlık ziyaretinde gözlerden uzakken babasının mezarına işemesi bir anlamda onun geçmişe yönelik insani ve psikolojik doğasını ortaya koyan çarpıcı sahnelerden biridir. Fakat daha önce kilisedeki hitabında babası için çok daha pragmatist ve çarpıcı bir hikâye uyduran aynı kişi basına karşı daha farklı bir baba-oğul profili çizmiştir.
Anlayacağınız tüm insani yönleri ve politik hırsları ile ABD Başkanı; entrikalar ve ayak oyunları ile Başkanlık Makamı gözler önündedir.
Frank, gerektiğinde üç maymunu oynamasını bilmiş, en yakın arkadaşlarını saf dışı bırakarak türlü entrikalarla elde ettiği Başkan Yardımcılığı postuyla mevcut Başkanı koltuğundan edebilmiştir. Bu şekilde ilk sezonun ilk bölümünde beklediği Bakanlık görevinin kendisine verilmemesinin intikamını da almış, bu hırslı yolda gerektiğinde katil bile olmuştur. Toplumu ve siyasi çevresini bazen havuç bazen sopa ile ikna yoluna giderken bazen ise yumuşak bir dil ve samimiyetle amacına ulaşmıştır. Rakiplerine karşı ret edemeyecekleri tekliflerle yaklaşan Frank, gerektiğinde dostunu harcamaktan geri durmamış gerektiğinde ise düşmanı ile işbirliğinden kaçınmamıştır. Tam bir makyavelist olan Frank için amaca giden yolda her şey mubahtır: sahtekârlık, din istismarı, yalan ve eşi dâhil herkesle olan samimiyetten uzak çıkar ilişkisi…
Eğer benim gibi kongre ve beyaz saray dâhil filmin çekildiği bazı alanları bizzat görmüş; ABD yönetim sistemine ve genel anlamda politikaya az çok ilgili biriyseniz bu yapımın sizi içine çekmemesi mümkün değil… Kaldı ki Frank Underwood rolüyle usta oyuncu Kevin Spacey’i dâhil eden kastı ve görüntü, müzikler açısından dizinin son derece kusursuz oluğunu söylemek gerekir. Dizinin harika senaryosu ise sizi her bölüm ve sezonda biraz daha yükseltiyor. Diziden tat almanız her şeyden önce repliklerin her birini kaçırmadan gerekirse biraz geri alıp tekrar özümsemenize bağlı… Zira dizide Frank Underwood’un kıvrak politik zekasıyla kullandığı cümlelerinin her biri motto olacak düzeyde derinliği olan sözler…
Bu dizide daha önce görmediğim yine diziyi farklı kılan özelliklerden biri de başkarakter Frank’in bazı bölümlerde belli sıklıklarla kameraya konuşarak izleyenle göz teması kurması ve yönetmenin olayı daha interaktif bir hale dönüştürmesi…
Bu dizi ile ilgili söylenebileceklerden belki de en önemlisi kriz yönetme ve hitabet becerisinin en güzel şekilde ekrana aktarılmasıdır. Bu dizi her şeyden önce bir retorik şölenidir. Pek çok bölüm keyifle kendisini izleten hitabet ve söylemlerle doludur.
Usta bir oyunculukla Frank Underwood’un siyasi faaliyetleri kapsamında yaptığı salon, kilise ve TV konuşmaları, etkili söylem ve demagojinin nasıl ortaya konacağına dair muazzam örnekler… Öyle ki; bazen izlerken Kevin Spacey gerçekten içindeki Frank Underwood’u ortaya koyarak Başkanlığa adaylığını koysa seçimi alabilir izlenimine kapılıyorsunuz.
Dizideki tüm mottoluk replikleri ve siyasi retorikleri burada yazmak, bu anlamda seçici olmaya zorlanmak ve konuyu uzatmak istemiyorum. Fakat finale giderken, seçimle gelmeyen fakat seçime giden Başkan Underwood’un tüm her şey aleyhine giderken sarıldığı son silaha değinerek değerlendirmeyi sonlandırmak istiyorum.
Son sezonun son bölümünde, şaibeli şekilde Başkan olan Frank Underwood’u -kaza süsü vererek öldürdüğü muhabir Zoe Barnes’in çalıştığı- gazete tekrar köşeye sıkıştırmak üzeredir. Neticede Frank ile Claire ilk defa bu kadar çaresiz hissetmişler ve tüm kazanımları kaybetme korkusuna düşmüşlerdir. Velhasıl tüm bu sıkışmışlıktan kurtulmak ve zaman kazanmak için birlikte o nefes aldıracak çözüme kendilerince kanaat getirmişlerdir.
Frank: Kaos yaratırız.
Claire: Kaostan fazlası…
Frank: Savaş!
Claire: Korku!
Frank: Vahşi! Topyekün…
Claire: İnsanların kalplerini kazanmaya çalışmaktan usandım!
Frank: Kalplerine saldıralım!
Claire: Korku ile çalışabiliriz! (Korku atmosferi oluşturmaktan bahsediyor)
Frank: Evet yapabiliriz!
Ve muhteşem ikili hemen işe koyuluyor. Oval ofiste bir basın açıklaması yapılıyor. IHO terör örgütünün rehin aldığı üç kişiden pazarlıklara rağmen salı verilmesi sağlanamayan bir ABD vatandaşı bu sert basın açıklamasından sonra İŞİD usulü bir boğaz kesme görüntüsü ile -kendisi de ABD vatandaşı olan- bir örgüt mensubu tarafından canlı yayında milyonların gözleri önünde katlediliyor. Terörle savaş başlıyor ve tabi ki korku üzerinden hegemonya…
Finalde kamera, ekibiyle görüntüyü canlı izleyen Underwood’lara yöneliyor ve Frank seyirciyi muhatap alan klasına uygun şekilde kameraya doğru yönelerek; (ister sistem eleştirisi ister öz eleştiri deyin) tokat gibi serinin o itiraf niteliğindeki son repliğini seyircinin yüzüne yapıştırıyor.
“Doğru… Teröre boyun eğmeyiz, terörü biz yaparız.”
Çin ile ekonomik ve siyasi kriz yaratıp, Başkanın istifasına sebebiyet veren, akabinde Başkan olduktan sonra ise “Çin Devlet Başkanı telefona çıkmıyor” diyen yetkiliye; “Artık yeni bir Başkan var, krizi ben yarattım ben sonlandırırım” diyerek yanıt veren Frank’a has bir son replik…
“İyi bir yalancının yeteneği, insanları yalan söylemediğine inandırmaktır” diyen Frank Underwood, bu kurgusal karakter üzerinden göstermiştir ki; tam da yaklaşık son on yıldır kullanıla gelen “post-truth” olgusuna da paralel bir şekilde:
‘Hayatımız yalan, hayatımız siyaset…’