Tersine Emansipasyon
Kafası yerde bir deve kuşuydu Anka…
Az da olsa özgürdür Ramazan’da…
Yazar: Kenan ARPACIOĞLU
İmam hatipte sınıfları dolaşıp cumaya gitmeyen öğrenci var mı diye gezen hocalarımız oldu. Saygı ve sevgi olmayınca iman da insan da yarım oluyormuş; ta o zamanlar öğrendim.
Bir gün yine hocalarımızla cumadayız. Cumanın farzından sonra kaçan öğrencileri hocalardan biri sopayla durdurmaya kalkıyor. Hatta bir keresinde hoca namazını bozarak durdurmaya yeltendi çocukları. Bizim çocuklar da eğlenceye dökmüştü işi. Ben o zaman hiç kaçmadım cumadan. Sünneti kılmayarak camiden çıkmak sonraları âdetim oldu. Şimdi dilersem bazen gitmiyorum. Çünkü nasılsa “üç cuma namazına gitmeyenin cenaze namazı kılınmaz” demişti dedem. Ben ikisine gitmezsem, üçüncüsüne gitmeye çalışıyordum. Üçlemiş de olabilirim; Allah affetsin… Çok şükür nasılsa ölmedik öbür cumaya.
Velhasıl bu siyasal zamanları biliyorsun, Marx, Lenin, Hume, Kant, Sartre, Rousseau aklıma daha gelmeyen bir sürü ecnebi adam okuduk. Hikmet Kıvılcımlı da okuduk elbet; Cemil Meriç de… Koyu Sezai Karakoç’cu, Necip Fazıl’cı arkadaşlarımız da olmadı değil… Ama gel gör ki; ne adam gibi komünist olduk ne de adam gibi Müslüman… Zaten şu hayatımızda kaç tane adam gibi komünist var!? Kaç tane adam gibi Müslüman tanıdık!? Kitaplarda kalmış kahramanlar… Yemiş sistem hepsini, tüketmiş… Biz kaçırdık o nesli… Haliyle liberalizme kaydı çizgimiz ve biraz da Müslümanlığımız…
Bilmiyorum belki eskiden adam gibi komünist olsaydım; bugün adam gibi Müslüman olurdum. Hâlbuki bak ne diyor İsmet Özel: “İnsan komünist olmadan Müslüman olursa yapamayacağı kötülük yoktur!” Ah IŞİD keşke biraz komünist olsaydın! Ah İsmet Özel keşke sen de biraz komünist kalsaydın!
O günlerden bugünlere bakıyorum da şimdi; biz hiçbir zaman özgür olamadık.
Ne ailemiz özgür bıraktı, ne bu Nuh’un soyundan kalma nemrut hocalar… Belki çoğumuz adam gibi sevemedik, hayata dokunduğumuzu dahi hissedemedik. Sevdiğimiz kız abi dediğinde uyandık gerçeğe… Dokunan hep hayattı; bizse dokunulan… İlmik ilmik dokumaya kalktılar hepimizi; tornadan çıkmış gibi, tek tip…
Memleketteki çocukluğum çıraklıkta geçti biliyorsun, kir pas içinde… En güzel günlerdi aslında, en temiz… Ankara’da ise biraz Yüksel, biraz Cebeci’de… Gerçi Twitter’da gördüm bugün; Yüksel ablukadaymış… Cebeci’nin de eski tadı yok diyorlar… Hapse düşmedim hiç; ama copla tanıştırdı Ankara… Klasik her zamanki YÖK mevzularıydı derdimiz. Bana sorsan bu ülkede en boktan şey nedir diye, hiç düşünmeden ‘eğitim’ derim. Düzeleceği de yok… Düğme baştan yanlış iliklenmiş bizim! Ondandır iki yakamızın bir araya gelmemesi… Bu ülkenin kuruluşuna kadar gider bu iş. Yıllardır hocalar, kelli felli proflar anlatır. Ortadoğu’da şuraları kaybettik; Balkanlar şu zaman, şunlardan dolayı gitti. Hele bir Sevr’imiz var ki; sorma gitsin. Ülke yüz yıllık bir sendroma girmiş durumda. Çık çıkabilirsen.
Bak bugünkü tartışmalara, hala topraklarımız giderse korkusu yaşıyoruz. 2023’ü de aşar bu tartışma. Bugün hala Osmanlı’nın mehterini söylemiyoruz sadece, onu yürüyoruz! Bir ileri, iki geri… Ne adam gibi mirasyedilik yapabildik ne de mirasa sahip çıkabildik. Mirasın büyüklüğünün farkında bile değildik yıllarca… Kafası yerde bir deve kuşuydu Anka…
Üstad Cemil Meriç ne diyor: “Toprak kaybetmek, en değersiz şeyimiz belki de… Türkiye ruhunu kaybetti.” Şimdi bu ruhun içinde ne var: En başta dil var, harf var, eğitim var, kültür var… Eskidendi o toprak alarak genişlemek veya toprak kaybıyla küçülmek…
Artık milletler dilleriyle, kültürleriyle genişliyor. Emperyalizm şimdi kabuk değiştirmiş ve eskisinden daha korkunç… Dini imanı para olmuş dünyanın. Toplu iğnenin ucu kadar bir toprak parçası; bugün bilişimi, teknolojisi ve bilgisi ile dünyaya iğneliyor ve uzaktaki diyar zıplıyor. Ve gözetliyor biri bizi. Tesadüf mü? George Orwell’ın 1984’ü en çok satan olmuş yine bu yıl.
Bak şimdi nereden nereye geldik. Ramazanda oruç tutacak mısın tartışmasından beka tartışmasına döndü olay…
Tutacağım tabi! On bir ayı protesto için tutacağım. Dünya beşten büyüktür! O beşi protesto için tutacağım; siz neden altı değilsiniz diye…
Bizim arkadaş konuştukça ben “acaba dalga mı geçiyor benimle” diye düşünmeden edemedim. Ama bizim Haydar’ın huyudur bu… Espri yapar anlamazsın. Gerçeği söyler, espri sanırsın. Çünkü herkesin güldüğüne gülmez, herkes gülerken de bakar anlamsız.
“Seni diğerlerinden farksız kılmaya çalışan bir dünyada kendin olarak kalabilmektir asıl savaş” diyerek devam etti; sanırım yine bir düşünürden esinlenerek.
Sadece benim değil; tüm ülkenin kendini en özgür hissettiği aydır Ramazan… Meriç’in dediği ruhu bulmaktır bir nebze… Kültürümüzü, değer yargılarımızı, komşuluğumuzu, akrabalığımızı, Müslümanlığımızı, Anadoluluğumuzu hatırlamaktır. Tarkovsy haklı; nereye gidersek gidelim neticede hepimiz kendi ruhumuzu arıyoruz.
Bu ülke, azda olsa özgürdür Ramazan’da… Çünkü sistemin, yeni tip emperyalizmin bir nebze dışındadır. Kendi kültürünün değerlerinin içindedir birazcık… Ramazan bir anlamda aynı iftar çadırına girebilmektir obanın tüm halkıyla… Ve insan özgürdür o çadır günlerinde… Çünkü özgürlük sandığı pek çok şeyden bir nebze uzaklaşma iradesiyle bambaşka bir özgürlük mertebesine ulaşma emaresi gösterir.
Yalan söyleme, gıybet gibi ortak içki-sigara-rüşvet gibi münferit pek çok prangadan kurtulma noktasında inanılmaz bir irade zorlaması ve özgürlük manifestosudur Ramazan…
On bir ay rakısını içip ramazanda bırakan, orucunu tutan samimi bir Anadolu insanı ile on iki ay alkol ağzına sürmeyip yine on iki ay yolsuzluk ve zulme devam eden şehirli insan ayrımında, birincisinde ararım ben Ramazanı!
Samimi solcu veya samimi Müslüman olmanın sancısını çekenler bu ülkede hep oldu. Şimdi ise etiket solcuları ve etiket Müslümanları türedi aramızda. Çünkü sistem yapay gerçekliğe zorladı her şeyi ve biraz da insanı… Bir dizi filmin reklam araları gibi en olmadık anda çıkardı insan, etiketleri alıcılarına. Hâlbuki herkesin alıcısı kendi içindeydi.
O yüzden Hilmi Ziya Ülgen’in Yarım Adam’ındaki gibi bir tamsızlığın içinden sıyrılarak işlediğim özgürlük yanılgılarından gerçek özgürlüğe en çok bu ayda yaklaşırım ben.
İçmek, yemek, dokunmak ve söylemek hatta düşünmek; bunları istediğimizde ve yaptığımızda görece bir özgürlük ve haz duyarız. Fakat bu istekleri durdurma, sınırlandırma, azaltma uğraşı da kutsal olduğu kadar iradi bir özgürleşme evresidir.
İnsan kendini alıkoyan şeylerden uzak durdukça gerçek hürriyet alanı genişler. Bugün televizyon, sosyal medya, gıybet belki de bizi en çok alıkoyan şeyler. Sence tüm bunları sonuna kadar tüketen mi özgür; yoksa bunlara hükmeden mi? Mesele; patron kim? Patron sensin. Patron benim. “Patron bebek” dedi bıyık altı anlamlı anlamlı gülerek…
Konuyu yine başka bir yere getireceğini anladım ki; devam etti Haydar:
Geçen pazar sabahı parkta dikkatimi çekti. Anneleri evde kahvaltı hazırlıyor olsa gerek; dört beş çocuk hepsi de babasıyla gelmiş. Ama o da ne? Çocuklar parkta oynarken çoğu baba kendi babasıyla meşgul.
Hepsi babasını el üstünde tutuyor. Saygıda kusur yok. Bir an olsun ilgilenmekten vazgeçmiyorlar. Göz ucuyla şöyle bir kontrol ediyorlar sadece ara bakışlarla çocuklarını…
Turgenyev’in “Babalar ve Oğulları” kitabındakinden daha büyük bir çatışmayı izliyordum adeta. Bireysellik ve geleneksellik çatışmasından daha farklı bir çatışma… Daha çok tutsaklık bu… İrade sakatlanmasıyla gelen post modern bir çatışma ve var olan an’ın terki…
“Seni senden uzaklaştıran ne varsa ondan uzaklaş” diye bir twit okudum bugün Dücane’den… Bizi bizden uzaklaştıran o kadar çok şey var ki: Sosyal medya örneğin ve her yaşa özel kullanma kılavuzu gerektiren topyekûn internet.
Evet, babalarımıza göstermediğimiz hürmeti gösterir olduk akıllı telefonlara… Uzmanlara inat yatarken de kalkarken de başucumuzdan ayıramaz olduk. Aynı evin içinde whatsapp ile haberleşmeler yalan değil. Bırak artık şu telefonu tartışmaları da klasikleri artık tüm hanelerin…
Onun için telefonunu mesai harici veya haftanın belli günü kapalı tutabilenlere hayranım. Müthiş bir irade… Uykuda bile kapatamayanlar var, her an ileti gelebilir endişesiyle… Gözleri uykuya yeni dalmış, bir facebook, twitter iletisiyle hemen yatağından doğrulup telefonuna bakan azımsanamayacak kadar çok âdemoğlu vardır eminim.
Velhasıl içme iradesi de içmeme iradesi de bende olmalı. Yeme iradesi de yememe iradesi de bende olmalı. İrade sağlamsa idare de sağlam olur. Denge olur. Hiçbir şeyin dozunu kaçırmazsın. Çünkü İnsan nerede duracağını ancak böyle tayin edebilir. .
Yurtdışında bir mastır hocam Marx ile ilgili konuşurken Marx’ın “din afyondur” sözünden bahisle: “Marx’ın kendisi afyondur!” diye bir cümle kullanmıştı. Çok hoşuma gitmişti bu haklı ifade… Her şeyin fazlası zarar azı karar demiş atalarımız. Devletini bile tadında seveceksin. Vatanını en çok sevenlerden çekmiştir bu ülke. Kraldan çok kralcı olmayacaksın. Korkunu da ayarında tutacaksın, öfkeni de…
“İnsanlar hükümetten korktuğu zaman zorbalık; hükümet insanlardan korktuğu zaman özgürlük vardır.” demiş ya Thomas Paine, işte bu korkunun da bir dengesi olmalı. Kimse kimseden korkmasın arkadaş! Sezar’ın hakkı Sezar’a; İsa’nın hakkı İsa’ya anlayacağın…
Ne diyor bu derken içimden, mekânda çalan Neşet Baba’nın Haydar Haydar türküsü eşliğinde önce mırıldandı sonra devam etti Haydar:
Sofular haram demişler, bu aşkın şarabına
Ben doldurur, ben içerim, günah benim kime ne
Ah Haydar Haydar günah benim kime ne
‘Allahsız’ tabirinin anlamının ötesinde bir maksatla kullanıldığı bir ülkede neticede herkes bildiği kadar, erdiği kadar erecek kendi Allah’ına…
Ama balataları yakmayacaksın. Balataları yakan çok hacı-hoca da gördü bu ülke… Bir o kadar da devrimci-ihtilalci…
Haydar bir de deliliğe övgü düzmeden “ben kaçayım” dedim;
“Eyvallah” dedi. Tersine emansipasyon hadi bakalım.
Anlamadım. “Neyse” dedim, ayrıldık. Ben giderken arkamdan gülümsüyor gibi geldi sadece.