Modernleşme, Bir Model Olarak Atatürk Devrimi Ve Türkiye
Bir çağdaşlaşma ve demokratikleşme modeli olarak Atatürk devrimlerinin ve Atatürkçü düşüncenin bağımsızlık mücadelesi veren ülkelere katkısının tartışılacağı bu çalışmada Atatürk devrimlerinin dış ülkelerdeki etkilerine ve niteliğine bir model olarak farklılığına değinilecek ve farklı ülkelere etkisi analiz edilecektir. Fakat Atatürk devrimlerinin diğer ülkeler etkisi ve yansımalarına bakmadan önce çağdaşlaşma modeli olarak önemli görülebilecek çeşitli kavramsal tanımlamalara ve Tanzimat tartışmalarına da yer verilerek konunun daha anlaşılır olmasına çalışılacaktır.
Modernleşme ve Batılılaşma/Avrupalılaşma
En genel anlamıyla, modernleşmeyi İnalcık, “bir cemiyetin mevcut nizamını, yani içtimai, maddi ve manevi medeniyetini bir tipten başka bir tipe çeviren süreçtir” olarak tanımlamaktadır.[1] Bu açıklama çerçevesinde kavramın bir değişim ve dönüşümü ifade ettiğini, mevcut durumundan başkalarının sahip olduğu duruma dönüşme olduğunu anlayabiliriz. Bazılarımız kendini beğenmeme ve geride kalmışlık hislerini de buna ekleyebilir.
Modernizm konusunda çok farklı görüşler de mevcut olup; modernizmin bir dayatma olduğunu düşünenler de yok değil. Örneğin Ali Şeriati üzülerek şöyle der: “Ne yazık ki modernizm, biz Avrupalı olmayan milletlere medeniyet adı altında empoze edilmiştir.”[2] Açıkçası bir empoze veya dayatma söz konusu olduğundan modernizmin doğal seyrinde gelişen bir değişim olduğunu iddia etmek çok zordur. O açıdan bakıldığında modernleşme denilen mefhum, hiçbir zaman Avrupa’nın derdi olmamış, bilimde, sanatta, siyasette ve iktisatta görece olarak batıdan geride olduğunu düşünen diğer devletlerin toplumlarına bir gaye olarak sunulan Batıyı yakalama çabasının kavramlaşmış halinden başka bir şey ifade etmemiştir. İnalcık, dünya görüşündeki değişime işaretle, Atatürk’ün radikal devrimci modernleşme fikri bulunduğu ileri sürmektedir. Modernleşme, Atatürk tarafından asrileşme, muasır medeniyet seviyesine erişme veya garplılaşma terimleri ile ifade edilmiştir.[3]
Modernleşmeden ayrı düşünülemeyecek olan Avrupalılaşma veya Batılılaşma kavramları, esasında yine modernleşme çerçevesinde dikkate alınacak bir konudur. “Mağlup toplumlar galipleri taklit ve tekrar ederler” diyen İbn-i Haldun bir toplumun başka bir topluma benzemeye çalışması halini yenilmişlik psikolojisi olarak adlandırılmaktadır.[4]
Peki, nasıl bir benzemeye çalışma nasıl bir taklittir bu? Pek çoğumuza göre; kendinden olanı hakir görme, özenilene atfedilen bir ulviyet ve onu yüceltme üzerine kurulmuş olan bir taklit ve benzemedir bu. Esasında başlı başına bir kültür değişimidir. Fakat yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin batılılaşma atağını farklı izah eden aydınlar da yok değil. Mesela, Batılılaşmayı asrilik veya asri olma, diğer bir ifadeyle çağdaşlaşma olarak nitelendiren Fuat Köprülü, asrilik iddiası adı altında kendi milliyetine ait şeyleri hakir görmeyi, onlara kıymet vermemeyi Avrupalı şekli altında orta çağ zihniyetini devam ettirmek olarak açıklar. [5]
Batının ideoloji ve kurumlarını da içine alacak ölçüde Batılılaşma, esasında Türkiye için pragmatist bir tavır olmuştur. Çünkü artık durmaksızın sürdürülen savaşlarla yıpranmış Türk devletinin ve halkının batılı güçler tarafından rahat bırakılmasıyla Türkiye savaşlarda yitirmiş olduğu potansiyeli bilim, kültür ve ekonomi gibi alanlarda harcayabilecektir.
Gericilik – İlericilik
Türk Dil Kurumu’nca ‘gerici’ için “Toplumda çağdaş değerlere ve yeniliklere önem vermeyen, her yönüyle eskiyi özleyen veya eski düzeni yaşamaya çalışan (kimse veya görüş), ilerici karşıtı, mürteci” tanımlaması yapılmaktadır.[6]
Türkiye’nin modernleşme serüvenine baktığımızda; ‘ilericilik’ batılılaşma ise maziyi yani Osmanlı’yı özlemek gericiliktir. Osmanlıya ait her ne varsa gericiliği temsil ediyordu ve ondan kurtulmak gerekiyordu gibi düşünülebilir. Esasında bu koca bir yanılsamadır ve çağdaşı devlet ve imparatorluklarla birlikte nazarı dikkate alınması gerekir. Osmanlı kurumlarıyla, yaşam tarzıyla ve anlayışıyla ‘bugünden ona bakıldığında’ gericiliği temsil ediyor olabilir, ama kesinlikle çağdaşı devletlerle karşılaştırıldığında daha da belirginleşen başarılarıyla gericiliği temsil ediyor değil. Maziyi bu bakımdan değerlendirmek gericilik olmasa gerek. Cemil Meriç’in değişiyle: “murdar bir halden muhteşem bir maziye kanatlanmak gericilik ise her namuslu insan gericidir”[7] Kaldı ki; tarihsel devamlılığı da dikkate alarak çağdaşlaşma çabasının Osmanlı ile başladığını da dikkatlerden kaçırmamak gerekiyor. Bir romantik kavram olan gericilik aslında realite açısından mümkün gözükmemektedir. İlericilik/çağdaşlaşma çok zor ve meşakkatli bir serüvendir fakat geriye gitme, tüm halleriyle geçmişteki bir noktaya yeniden ulaşma imkânsızdır. Çünkü ulaştığınız yer artık o eski geçmiş olmayacaktır, sadece geçmişin taklidi yani yozlaşmış bir gelecek olacaktır. Mehmet Genç’in bir programda dediği gibi; “biz Osmanlı’dan geliyoruz, Osmanlı’ya dönemeyiz. Osmanlı da Selçuklu’ya dönmeye çalışmadı. Bizim geçmişe bakarak ders almamız lazım. Osmanlı gibi ileri gitmemiz lazım.”
Ülkemizde Abdülhamit’ten veya Vahdettin’den övgüyle söz etmek; uzun yıllar gericiliğin, Cumhuriyet aleyhtarlığının hatta Atatürk düşmanlığının ölçüsü sayıldı. Aksi ise; demokratlığın, ilericiliğin göstergesiydi. Hâlbuki Kemal Karpat’ın dediği gibi “Abdülhamid olmasaydı Atatürk çıkmazdı.” Burada Karpat’ın bakışı nesnel ve gerçekçi olandır. Diğeri ise siyasi olduğu kadar hastalıklı bir bakış açısını yansıtırken, ‘tarihi’ menfaatler uğruna tüketilmesi gerekilen bir kaynak olarak gören bir zihniyet yansıması ve hamasettir. Hamasetin olduğu yer de yarım ve eksik olan bir şeyler hep olacaktır. Mehmet Genç’ten de aşağı yukarı benzer bir saikle paralel şeyler duyuyoruz. Tarihçi Genç’e göre; “Abdülhamid olmasaydı Cumhuriyet kurumlarının temeli atılamazdı. Bu kurum kültürünü Sultan Fatih’e kadar götürebiliriz.” Velhasıl ilericilik-gericilik tartışmasında asıl olan tarihe bütüncül bir şekilde yaklaşarak iyisi ve kötüsüyle geçmişten hâsıl olacak dersleri iyi okuyarak yarına en iyi şekilde hazırlanmaktır.
Atatürk Devrimleri
Atatürk’e göre devrimlerin amacı; Türk Milletinin son asırlarda geri kalmasına neden olan bütün kurumları kaldırarak yerine milletin karakterine, şartlara ve çağın gereklerine uygun ve ilerlemeyi sağlayacak yeni kurumlar kurmak ve Türkiye’yi çağdaş medeniyetler seviyesine çıkartmaktır.[8] Bu amaç esasında iddia edilenin aksine eskiyi tamamen kaldırmak yerine bazı noktalarda eskiyi restore etmek şeklinde vücut bulmuştur.
Atatürk devrimlerinin kabaca; Saltanatın Kaldırılması (1 Kasım 1922) , Cumhuriyetin İlanı (29 Ekim 1923), Halifeliğin Kaldırılması (3 Mart 1924), Kadınlara erkeklerle eşit haklar verilmesi (1926-1934), Şapka ve kıyafet devrimi (25 Kasım 1925), Tekke zâviye ve türbelerin kapatılması (30 Kasım 1925), Soyadı kanunu ( 21 Haziran 1934), Lâkap ve unvanların kaldırılması (26 Kasım 1934), Uluslararası saat, takvim ve uzunluk ölçülerin kabulü (1925-1931), Mecellenin kaldırılması (1924-1937), Türk Medeni Kanunu ve diğer kanunların çıkarılarak laik hukuk düzenine geçilmesi (1924-1937); Aşarın kaldırılması, Çiftçinin özendirilmesi, Sanayiyi Teşvik Kanunu’nun çıkarılarak sanayi kuruluşlarının kurulması, öğretimin birleştirilmesi (3 Mart 1924) Yeni Türk harflerinin kabulü (1 Kasım 1928) gibi pek çok yenilikten oluştuğunu hatırlatmakta fayda var.
Her alanda gelen bu devrimlerin belki de en önemli niteliklerinden biri Osmanlı’da 17.yy sonlarından itibaren başlayan yeniliklerin salt askeri ve teknik yönünün çok ötesine geçilerek restorasyonun tüm alanlarda yaygınlaştırılmasıdır. Osmanlının Batı karışışındaki konumu, kendini tanımlayış biçimi; 17. yüzyıl sonlarında başlayan askeri yenilgilere ve toprak kayıplarına rağmen uzunca bir süre “cihan imparatorluğu olma” düşüncesinin yarattığı bir gurur ve üstünlük duygusu tarafından belirlenmişti. Dolayısıyla Osmanlı, askeri yenilgileri ve toprak kayıplarını; düşmanın her yönüyle üstün bir toplum olmalarına değil, askeri ve teknik açıdan ilerlemiş olmalarına bağladı. Nitekim Osmanlı Devletinin ilk yenileşme hareketleri daha çok askeri tekniğin Batı’dan alınmasına ve Batı tarzı askeri müesseselerin kurulmasına yönelik olmuştur.[9] Sonraki üç yüzyılda bu askeri alandaki Batı’nın Osmanlı’ya nüfuzu diplomasiden, ekonomiye, sanata, kültüre pek çok alana sirayet etmiştir. Misal Batı müziği ve piyano gibi enstrümanlar Osmanlı saraylarına girmeye başlamıştır. Esasında saray eşrafı ve seçkinler, Osmanlının yeni yönetici elitleri modern batının pek çok unsurlarına Atatürk devrimlerinden çok önce aşinaydılar. Atatürk devrimleri bu unsurları hukuki, ekonomik, siyasi pek çok düzenlemeyle halka indirdi ve siyasi gücü bir hanedandan alarak halka verdi ve halk dar hukuk yorumundan çıkararak modern anlamda hak ve özgürlüklere haiz vatandaş olarak konumlandı.
Ülkede bazı kesimler bu devrimleri muasır medeniyet seviyesine giden yolda birer basamak olarak görürken, bazıları tarafından Atatürk devrimleri özüne yabancılaşma ve “gâvurluk” olarak nitelenmiştir. Esasında Osmanlı’da başlayan “gâvurluk”, gâvura eşit vatandaş denmesi bazı kesimleri rahatsız etmiş ve halen etmektedir. Bugün biri çıkıp tanzimat öncesine dönüp gâvura gâvur deme hakkını tekrar geri istiyorsa; bilinçli ya da bilinçsiz kendisinin de tekrar gâvurlardan farklılaşarak padişaha tebaa olmasını mı istiyordur yoksa modernleşme yolunda bazı hataların düzeltmesini mi tartışılır. Fakat şurası muhakkak ki; Atatürk devrimleriyle sorun yaşayanlar esasında bir yerde Tanzimat ile ve kendi tarihsel gerçekliğiyle sorunludur.
Bu ülkede bir kesim Atatürk’e ve devrimlerine hiçbir zaman nesnel bakamamış ve din-diyanet merkezli kalıplarla kişi kimliği odaklı hareket ederek devrimleri birer küfür olarak görmüşlerdir. Bu algının oluşmasında devrimlerin niteliğinden çok Atatürk’ün “dinsel kimliği” etkili olmuştur. Söz konusu dinsel kimliğinin genellemeci şekilde yorumlanmasında ise Atatürk’ün alkol alması gibi görece daha avam değerlendirmeler ön plana çıkmıştır. İster istemez bu öngörülü yaklaşım Atatürk’ün ekonomik ve siyasi alan başta olmak üzere her kesimin çıkar ve menfaatine olan pek çok eyleminin görülmesine engel teşkil etmiştir. Şapka ve kıyafet devrimi pek çok olumlu adımı benzer nedenlerle gölgede bırakmış, dışarda hayranlık uyandıran devrimler içeride yıllar sürecek bir ayrışmanın fitili olmuştur. Hangi maksatla yapıldığı tartışması bir yana Kur’an’ın bizzat Atatürk tarafından Türkçe’ye tercümesi dahi dine değil küffara bir hizmet olarak görülmüştür.
Kimilerine göre Atatürk olmazsa olmaz bir kurtarıcı kimlerine göre ise deccaldır. Gerçekçi olmak gerekirse bu yaklaşımdan ilki mübalağacılık ikincisi ise ahmaklık olarak değerlendirilebilir. Kemalist bakış açısıyla ne Atatürk Türkiye’nin modernleşmesi yolunda kutsal bir ‘müjdeci’ ne de İslamcı bakış açısıyla Türkiye’nin gâvurlaşması yolunda bir günah keçisidir. Atatürk olmasaydı olasıdır ki; tazimat müesseselerinden yetişen başka bir Paşa bu modernleşmenin başka bir versiyonunu günümüze taşıyacaktı.
Atatürk’ün liderlik vasfı ve ileri görüşlülüğü ile bilgi ve tecrübesi su götürmez bir gerçekliktir. Liderliği konusunda üçüncü dünya ve gelişmiş ülkelerin hem fikir olarak övgüyle bahsetmesi söz konusuyken kurduğu Cumhuriyet içindeki yurttaşların aynı fikir birliğinden son derece uzak olması şüphesiz ayrı bir tartışma konusudur. Atatürk üzerinden bu kadar ayrışmanın yaşanmasının belki de en büyük nedeni din ile paralel olarak Atatürk’ün de siyasallaşması belki de daha doğru bir ifadeyle araçsallaşmasıdır. Öz ve manadan ziyade simgelerin ‘kutsallığının’ daha da ön plana çıktığı ‘siyasallaşma’ ister istemez kutuplaşma ve ayrışmayı getirmektedir.
Bir Üçüncü Yol Olarak Atatürk Devrimi
Osmanlı’nın beslediği ve beslendiği toplumların ve kültürlerin bulunduğu coğrafyaya Osmanlı havzası diyebiliriz. Her ne kadar da yeni kurulan cumhuriyette ‘Osmanlı mirası’ reddedilmiş denilse de “Türkiye’nin tarihsel rolü olan Batı ile Doğu arasındaki köprü görevi Cumhuriyet döneminde de devam etmiştir.”[10] Ne Osmanlı ‘bu çocuk benim değil’ diyerek Türkiye Cumhuriyeti’ni ne de Türkiye Osmanlı’yı reddedecek değildir. İkinci Viyana kuşatmasının başarısızlığa uğramasından (1683) Tanzimat Fermanının ilanına kadar geçen zamanı Osmanlı’da modernleşmenin gerekliliğinin anlaşıldığı ve koşullarının hazırlandığı dönem olarak görmek gerekmektedir. Mecazen ifade etmek gerekirse Türkiye Cumhuriyeti; Tanzimat’ı temel alırsak 1839’da, Senedi İttifak’ı temel alırsak 1808’de, Viyana Kuşatmasının başarısızlığını temel alırsak 1683’de Osmanlı Devleti’nin rahmine düşmüştür. Viyana başarısızlığı Osmanlı için sonun başlangıcı olmuştur. Avrupa’da Osmanlı ilerlemesi durmuş, savunmaya geçilmiştir. Bu tarihten itibaren Osmanlı’nın gündemi Avrupalı devletlerce belirlenmeye başlanmıştır. Ne zamanki Avrupa bu ‘gündem belirleme’ işinde güç kaybetmeye ve Türkiye ile eşit kulvarda müzakereler yapmaya başlamıştır Türkiye ile Avrupa ilişkilerinde sorunlar yaşanmıştır. Bu bilek güreşi Cumhuriyet tarihince böyle süre geldiği gibi; şimdi de böyledir.
Bir anlayışa göre; tazimat reformcuları, 1838 ticaret sözleşmesini yaparak ardından 1839 Tanzimat reformunu getirmişler ve Türkiye’nin Batı kapitalizminin boyunduruğunda bir yarı sömürge olmasına ortam hazırlamışlardır. Bu anlayışa göre Mustafa Reşit Paşa ve diğer dönem paşaları Batılı ülkeler elçiliklerinin talimatlarıyla davranan, bu ülkeye kişisel çıkarlarıyla bağlı uydu batıcılardır. İlber Ortaylı bu yoruma karşı şunları söyler: Tanzimat paşalarını hem halkın hem de bürokrasinin büyük kesiminden kopuk, büyük devletlerin desteğinde ve emrinde küçük reformcu bir grup olarak değerlendirmek pek doğru değildir. Reşit Paşa ve izleyenlerinin yaptıkları liberal bir iktisadi anlayışın ve ona yönelik yeni bir yöntem sisteminin gerçekleştirilmesi istemine dayanmaktaydı. Onlar kuşkusuz çağdaş Avrupa’nın devlet ve toplum sisteminden etkilendikleri için bu görüşlere sahiptiler ama bu onların doğrudan İngiliz telkinine kapıldıkları anlamına gelmez. Böyle bir telkin veya ilişkinin varlığını da belgelemek mümkün olmamıştır.” Ortaylı, “Tanzimat hareketi Türkiye tarihinde toplumu ileriye götüren ve çığır açan bir rol oynamıştır” diyerek Tanzimat paşalarına saygınlıklarını iade etmiştir.[11]
Velhasıl ne Atatürk devrimleri gökten zembille inmiş ne de Batılılaşma/Avrupalılaşma denilen ‘icat’ ilk Atatürk tarafından keşfedilmiştir. Atatürk ve devrimleri iddia edilenin aksine bir neden değil; süreklilik neticesinde Osmanlı bakiyesi bağımsız Türkiye Cumhuriyet’i ile taçlanan bir sonuçtur. Bugün de bakıldığında Avrupalılaşma tartışması kısa dönemde mevzi kaybetse ya da somut anlamda AB üyeliği gözden düşse de toplumsal yaşamın her alanını etkileyen otuz beş fasılda 2005 yılından bu yana AB katılım müzakereleri yürütüle gelmiştir. Gerek gümrük birliği gerekse AB üyelik müzakere süreci hiç şüphesiz tazimattan bu yana yaşanan bir sürekliliktir ve çok farklı siyasi yelpazeden liderler ve partilerle inişli çıkışlı bu süreç bir şekilde devam etmiştir. Bugün ekonomik ilişkiler ve uluslararası örgütler bağlamında da değerlendirildiğinde bazılarının kurucu üyesi olan Türkiye’nin Batılılaşma serüveninin tazeliğini koruduğu görülecektir. Esasında Türkiye’yi tüm tarihselliği ile birlikte belki Batılılaşma yolunda bir ülke görmek yerine kısmen de olsa Batının kendisi olarak görmek ‘Batı’yı tüm anlamıyla Batı’ya terk eylememek de önemli bir yaklaşım olarak geliştirilebilir.
Atatürk devrimlerinin farkı, tarihsel modernleşme sürekliliği içinde az zamanda çok işler başarması, kısa ömrü içinde pek çok adımı klasik tabirle ‘halk için halka rağmen yapmak’ zorunluluğuyla atmasıdır. Bu zorunluluk hem savaştan çıkmış bitap düşmüş bir milleti bir an önce ayağa kaldırmaktan olduğu kadar, yaklaşmakta olan ‘Büyük Buhran’ ve İkinci Cihan harbinden önce yeni sistemi birçok açıdan oturtmak ihtiyacından da kaynaklanmaktadır. Bir Osmanlı paşası ve askeri deha olarak Mustafa Kemal hiç şüphesiz kendi tarihine ve Avrupa kaynaklarına çok aşina ve o zamanlar cereyan etmeye başlayan siyasi ve ekonomik gelişmeleri, riskleri çok öncesinden okuyabiliyor. Avrupa’da İtalya ve Almanya bir bir faşizme kayarken, kapitalizmin karşısında bir yandan komünizm yükselirken ve dünya ikinci cihan harbi hazırlıkları yaparken bunları önceden okumak ve buna göre önce içeride sistemi kurmak son derece önemli olsa gerek. Bu o dönem için pek çok ülke tarafından örnek alınacak bir başarıydı ve öyle de okundu.
Bakıldığında İslam ülkeleri içerisinde kendine hedef olarak Batılılaşmayı alan devletler, Batılılaşma hususunda kendinden ileride olan fakat kendisine kültür olarak en yakın hissettiği devlet veya toplumdan etkileneceklerdir. Etkilenilen bu devlet de o dönem için Türkiye Cumhuriyeti olmuştur. Ortadoğu’da son on yıllık gelişmeler dikkate alındığında bu argüman bugün için de geçerli olup, tarihsel süreklilik bağlamında Türkiye rol model olarak görülmeye devam edilmiştir. Bu bağlamda laik sistem modeli olma ve süreklilik anlamında 2011 yılında dönemin Başbakanı Erdoğan tarafından Mısır’da yapılan konuşmayı ve “laiklikten korkmayın vurgusu”nu hatırlayabiliriz. Bugün kullanılan ‘Türkiye bölgenin hamisi’ söylemi öylesine söylenmiş bir söz değil, tarihsel bir realitedir. Sadece siyasi anlamda değil popüler anlamda da Türk dizilerine, insanına ve coğrafyasına bölgede bugün gösterilen ilgiden de anlaşılacağı üzere kültürel ve ekonomik anlamda da Türkiye’nin nüfuz alanı ve yumuşak gücü bölgede son yıllarda belirgin bir şekilde artmıştır.
İkinci Dünya Savaşı sonrası yıllarda, sömürge durumundan kurtularak bağımsızlığa kavuşmuş çağdaşlaşma çabasındaki ülkeler ve yöneticileri için kendi toplumlarına bütünüyle uygulayabilecekleri kalkınma-gelişme modelleri bu ülke toplumlarının yapıları ve gerçekleri ile çelişen daha büyük sorunlar yaratabilecek özellikler taşıyordu. Dönemin Marksist veya kapitalist modellerinin dışında bir çağdaşlaşma modeli, birinci dünya savaşından yenik çıkan, işgale uğrayan Osmanlı İmparatorluğunun Anadolu ve Trakya toprakları üzerinde Mustafa Kemal’in önderliğinde kurulan yeni Türkiye Cumhuriyeti örneği olmuştur.[12]
Anadolu’da gerçekleşen devrimin önderi Mustafa Kemal Atatürk, Türk ulusunun giriştiği savaşımın tüm mazlum ulusların sorunu olduğunu ve tüm uluslar için Türk devriminin bir model olacağını 1922 yılında söylediği şu ifadelerle dile getirmiştir.
“Türkiye’nin bugünkü savaşımının yalnız Türkiye’ye ait olmadığını bir kez daha doğrulamak gereği duyuyorum. Türkiye’nin bugünkü savaşımı yalnız kendi adına ve hesabına olsaydı belki daha kısa, daha az kanlı olur ve daha çabuk bitebilirdi. Türkiye engelleri yenmede kararlı ve önemli bir çaba göstermektedir. Çünkü savunduğumuz bütün mazlum ulusların sorunudur ve bunu sona erdirinceye kadar Türkiye, kendisiyle beraber olan Doğu uluslarının birlikte yürüyeceğine inanmaktadır.”[13]
Atatürk cumhuriyetin 10.yılında yapmış olduğu konuşmasıyla da yine doğu ülkelerinin halklarına çağrıda bulunmuş ve bu uluslar için bir kez daha a esin kaynağı olmuştur.
“Doğudan şimdi doğacak olan güneşe iyi bakınız. Bugün günün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan bütün doğu uluslarının da uyanışlarını öyle görüyorum. Bağımsızlık ve özgürlüklerine kavuşacak olan çok kardeş ulus vardır. Onların yeniden doğuşu, kuşkusuz ki, gelişmeye ve gönence yönelik olacak ve kendilerini bekleyen geleceğe ulaşacaklardır. Sömürgecilik ve elkoyuculuk yeryüzünden yok olacak ve yerlerine uluslararasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir uyum ve işbirliği çağı egemen olacaktır.”[14]
Atatürk’ün yapmış olduğu bu çağrının sömürge durumundaki pek çok ülke için esin kaynağı olduğu, bağımsızlığına kavuşmuş ülkelerin seçkinlerinin ve yabancı bilim adamlarının görüşlerine de yansımıştır.
Ünlü İngiliz tarihçisi Arnold J. Toynbee, Atatürk’ü “bir ulusal kahraman olmanın ötesinde” görerek, “Atatürk bir öncüydü. 1920’den sonra Atatürk’ün Türk ulusuyla başardıkları, öbür ülkelerin uluslarına yardımcı olmak isteyen önderleri tarafından örnek alınmıştır” demektedir.[15]
Pakistan’ın kurtuluş eyleminde, ulusal bir devlet olma çabasındaki lideri Muhammed Ali Cinnah, “Atatürk gibi bir önder önlerinde dururken Hint Müslümanları bugünkü durumlarına hala razı olacaklar mı? Diyerek Atatürk ve devrimlerine dikkat çekmiştir.[16]
Hindistan’ın Gandi’den sonraki en büyük önderi Nehru, Atatürk’ü doğuda “modern çağın yapıcısı” olarak görmekte ve Mustafa Kemal’den ‘benim gençlik yıllarımda kahramanımdı’ diye bahsetmektedir. Nehru devamında “Büyük devrimlerini okuduğum zaman çok duygulandım. Türkiye’yi çağdaşlaştırma yolunda Kemal Atatürk’ün giriştiği genel çabayı, büyük bir beğeni ile karşıladım. O’nun dinamizmi, yılmak, yorulmak bilmezliği insan da büyük bir etki yaratıyordu. O Doğu’da modern çağın yapıcılarından biridir. O’nun büyük hayranları arasında bulunmakta devam ediyorum” demektedir.[17]
Kuzey Afrika’da Tunus’un ulusal kurtuluş savaşının önderi Habib Burgiba için de Atatürk Devrimi esin kaynağıdır:
Sakarya Savaşı, Sakarya utkusu yirmi yaşımın en büyük anısı olmuştur. O zaman kendi kendime diyordum: Acaba ben de ulusumu böylesine seferber edemez miyim, onun ruhuna bu kurtarıcı atılımı, bu dizgin taşımaz tutkuyu aşılayamaz mıyım? Atatürk ölümü köleliğe üstün tutan bir ulusun neler yapabileceğini hayretler içinde kalan dünyaya göstermiştir. Bu örnek unutulmayacak. Onun ölmez eseri, egemenliklerini elde etmiş ulusların yazgılarına hükmedenler için ışıklı bir örnek ve bir esin kaynağı olarak kalacaktır. Mustafa Kemal’in kişiliği, halk kitlelerinin ayaklanması ve halk savaşımlarının ölçüsü olmuştur. Bu savaşımlar O’nun ölümünden sonra genişlemiş, Doğu ve Batı bloklarının arasındaki Üçüncü Dünya’ya da sıçramış ve onu sömürge baskısından kurtarmıştır.[18]
Devrimlerin başlangıcı olan en önemli olayın hilafetin kaldırılması olduğunu savunan İnalcık, Türk devriminin en derin etki yaptığı ülke olarak ise Hindistan’ı görmektedir. Öyle ki; Hindular ve Müslümanlar İngiliz koloni idaresine karşı Türkiye’de gelişen olaylardan ilham almışlar ve Türkiye ile dayanışma halinde bulunmuşlardır. İnalcık tezlerine dayanak olarak farklı görüşlere de çalışmasında yer vermektedir. Örneğin, Hintli Müslüman tarihçi M. Sadık’a göre, “Türk devrim hareketi, Hindistan’da milli bilinçlenmenin başlangıcını gösterir.”[19]
Fransız bilim adamı Maurice Duverger ise modelin özellikle 1945 sonrası yıllarda bir örnek model haline geldiğini belirleyerek, üçüncü dünya ülkelerine yol gösterecek bir seçenek olarak tanımlamıştır.
“Mustafa Kemal’in eseri II. Dünya savaşına kadar Türkiye çapında değerlendirilmiştir. Eski bir ülkenin çağdaş bir ulus haline gelmesi için harcanan çabayı beğenmeyen yoktur. Söz konusu eser 1945’ten buyana bir örnek değeri kazandı. Kemalizm, Türkiye tarihinin bir sayfası olmaktan çıkıp siyasal bir sisteme önderlik etmeye başladı. Çünkü yeryüzünde henüz Moskova ya da Pekin etkisine girmemiş olan üçüncü çeşit devletlere bu sistem yol göstermektedir. Bu sistem yarı gelişmiş uluslar için Marksizm’in karşısına dikilen ikinci bir seçenektir. “[20]
Suna Kili’ye göre Atatürk Devrim Modeli ve Atatürkçü ideolojinin en belirgin özelliği ulusal oluşu, toplumun tarihsel, ekinsel, toplumsal ve ekonomik koşullarına, yapısına göre oluşturulmuş olmasıdır. Yine Kili’ye göre; Marksist kalkınma modelinden planlı ekonomi görüşünden, Batı tipi gelişme yönteminden de yararlandığı doğrudur. Fakat bu model Batı’nın da Sovyet Rusya örneğinin de kopyası değildir. Ülke ve toplum gerçeklerini dikkate alarak pragmatist bir yaklaşımla yeni yöntemler geliştirilmiştir. Kili’ye göre; her sistemin, değişme modelinin bir amacı vardır. Bu bağlamda Atatürk Derim Modelinin birinci amacı, çağdaşlaşmak ikinci amacı da kalkınmak, böylece çağdaş uygarlık düzeyine çıkmaktır.[21]
Her devrimin o ülkeye topluma bir bedeli olmuştur, fakat Türk devriminde bu bedel diğer devrimlere göre asgari düzeyde kalmıştır. Rustow’a göre; Mustafa Kemal’in başarılarına bakıldığı zaman şu durum asla unutulmamalıdır ki; çağdaş gelişmelerde bu çapta siyasal reformların pek azı bu kadar sınırlı sayıda cana kıymakla sonuçlanmıştır.[22]
Sömürge durumundan kurtularak bağımsızlığına kavuşmuş, çağdaşlaşmaya yönelmiş toplumların çoğunun, özellikle 1980’li yıllara kadar uygulamaya çalıştığı planlamalı karma ulusal kalkınma sistemi ilk defa Atatürk Devrim Model’inde oluşturulmuş, uygulamaya konmuştur.[23]
Atatürk dönemindeki tek parti sistemini inceleyen bazı yabancı düşünürler, tek parti sisteminin Türkiye’yi kapalı bir rejime götürmediğini, kapalı bir sistemi özendirmediğini, çoğulcu demokratik bir sistemi öngördüğünü belirtmişler ve tek parti sisteminin uygulandığı dönemde amacın Devrim atılımlarını hızlandırmak ve devrimi korumak olduğunu dile getirmişlerdir. Atatürk Devrimi, Atatürk’ün deyişiyle Doğunun mazlum uluslarının uyanışına sömürge durumundan kurtularak bağımsızlaşmalarına örnek olacaktır. Atatürk Devrimi bu uluslar ve toplumlar için bir çağrı, bir önermedir. Fakat pek çok bağımsızlaşma eylemi, 1950 sonrasının dış siyasasında sömürgecilere karşı “asilik” olarak nitelendirilmiştir. Türkiye’nin üçüncü dünya olarak adlandırılan bağımsızlığına yeni kavuşmuş ülkelerden özellikle 1950’li yıllarda, kopukluğunun temelinde Atatürkçü dış siyasadan uzaklaşma, anamalcı, yayılmacı devletlerin siyasalarına bağlanma yatar. Atatürk devrim modeli yıldırı yöntemini reddeder. Kili’ye göre; saltanatın kaldırılması, Ankara’nın Başkent olması, Cumhuriyet’in ilanı, yeni bir anayasanın hazırlanması ve TBMM’nin ulus egemenliğini temsile yetkili tek kuruluş olarak belirlenmesi, devletin “otorite”sini pekiştiren atılımlardır ve bu devrim atılımları gerçekleştirilirken bir yıldırı düzeni kurulmamıştır.[24]
Dış Dünya Açısından Atatürk Devrimlerinin Niteliği
Atatürk devrimleri ile yeni bir ulusal model oluşturulmak istenmiştir. Oluşturulmak istenen bu “model”de, kalkınma, gelişme, çağdaşlaşma biçiminde ulusal çıkar, toplum yararı; kişi ve sınıf yararlarının, egemenliklerinin üzerinde tutulmuştur. Bu yönüyle batının kapitalist kalkınma modelini bütünüyle almamış, ama hepten de reddetmemiştir. Gene bu yönüyle Sovyet Rusya’daki toplumcu modeli benimsememiş, fakat toplumcu ideolojinin kalkınmada devlete ağırlık veren yönlendirmelerinden esinlenmiştir. Geliştirilen ulusal model hem Türkiye için hem de öbür “mazlum” ülkeler ve toplumlar için yeni bir kalkınma, çağdaşlaşma yöntemidir. Bu özellikleriyle Atatürk Devrim Modeli ve Atatürkçülük ulusal/milli bir eylem ve ideolojidir. Ancak Atatürk Devrim Modelinin özellikle gelişmekte olan ülkelere seslenen evrensel bir mesajı da vardır. Kili’ye göre o mesaj şudur. Başarılı sağlam bir kalkınma modeli oluşturmak için ülke gerçeklerini, ülkenin birikimini dikkate almak; ülkeye, öze ve ülke insanına dayanmak gerekir.[25]
Atatürk ulusçuluğu öbür devletlerin bağımsızlığına saygı gösteren bir ulusçuluktur. Yunanlıların megali idea’sı gibi “irredentist” değildir. Her türlü yayılmacılığa karşıdır. Yabancı yazarların dediği gibi, Atatürk ulusçuluğu ayırıcı değil, birleştiricidir; çağrısı olumlu ve sağlıklıdır. Çağdaşlaştırıcı ulusçuluk Atatürk devriminin odağı olmuş; devrim modelinin özellikle “birlik” ve “eşitlik” doğrultusundaki aşamalarında en önemli itici ve düşünsel gücünü oluşturmuştur. Otoritenin kaynağı ve yasallığı –bir hanedan veya dine değil- Ulus’a ve Halk’a dayatılmıştır. Atatürk Devrimi’ni Meiji Restorasyonu ile karşılaştıran toplum bilimci Ali Mazrui önemle şu konuyu vurguluyor: Japonya o dönemde kalkınmasını var olan feodal düzen üzerine oturttu. Halkın haklarını göz önünde tutmadı. Tek amaç ekonomik kalkınma idi. Oysa Atatürk kalkınmasını var olan eski toplumsal ekonomik yapıya dayanarak yapmadı. İnsan haklarını, ulusun kayıtsız koşulsuz egemenliğini göz ardı etmedi.[26]
Mazlum ulus ve ülkelere esin kaynağı olan Atatürk devriminin ulusallığının/yerelliğinin yanında evrensel yönleri vardır. Atatürk ülkemizin bağımsızlık savaşının başarıyla sonuçlanmasıyla yetinmemiş, -bugünkü Türkiye’nin de yapmaya çalıştığı gibi- Asya, Afrika ve Güney Amerika’nın çeşitli renkten ve soydan uluslarının yanında yer almıştır. Sovyetler birliğinin dağılacağını öngörerek soydaşlarımızla ilgili geleceğe yönelik önemli bir siyasi projeksiyon çizmiştir.
Sonuç
Çalışmada görüldüğü üzere bir çağdaşlaşma modeli olarak Atatürk Devrimi, bağımsızlık mücadelesi veren ülkeler için örnek bir model olarak ortaya çıkmış ve bir üçüncü yol olarak görülmüştür. Dolayısıyla Atatürk devriminin pek çok ülkede dış yansımaları görülmüş olmakla beraber, farklı isim ve liderlerce de Atatürk ve devrimleri övgüyle anılmıştır. Dolayısıyla her devrin bir problemi olan kraldan çok kralcıların rüzgârına kapılmadan Atatürk’ü de tüm günahı ve sevabıyla Türk milletinin ve tarihinin ortak bir değeri olarak sahiplenmek Cumhuriyet’i bir kopuş ve savrulmadan ziyade tarihsel bütünlük içerisinde bir süreklilik ve olgunlaşma olarak görmek gerekir. İbn-i Haldun’un dediği gibi neticede “Devletler de tıpkı insanlar gibi doğar, büyür, yaşlanır ve ölürler.” Asıl olan ortak mirasa sahip çıkmak, makul bir tarihsel süreklilik ve olgunluk içerisinde aynı ortak gelecek vizyonunda buluşmaktır.
[1] Halik İnalcık, (2006), Atatürk ve Türkiye’nin Modernleşmesi, Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi s. 289.
[2] Ali Şeriati, (2005), Medeniyet ve Modernizm. İstanbul: Yeni Zamanlar Yayınları. S.9
[3] Halil İnalcık, (2008), Atatürk ve Demokratik Türkiye, İstanbul: Kırmızı Yayınları, s. 40.
[4] İbn-i, Haldun, (1997), Mukaddime (Cilt 2). İstanbul: M.E.B. Yayınları, s. 103.
[5] O. Fuat, Köprülü, (1990), Köprülü’den Seçmeler. İstanbul: M.E.B. Yayınları. s. 74
[6]http://www.tdk.gov.tr/index.phpoption=com_gts&arama=gts&guid=TDK.GTS.5486eef2448c70.49441221 (09.12.2014).
[7] Cemil, Meriç, (2010), Bu Ülke, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 82.
[8] S. N. Eisenstadt, (1984) “The Kemalist Regime and Modernization: Some Comparative and Analytical Remarks,” in J. Landau, ed., Atatürk and the Modernization of Turkey, Boulder, Colorado: Westview Press, , 316.
[9] Levent Köker, Modernleşme Kemalizm ve Demokrasi, İstanbul: İletişim Yayınları, s.125.
[10] Murinson, A. (2006). The strategic depth doctrine of Turkish foreign policy. Middle Eastern Studies, 945-964.
[11] İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı; Tanzimat’a Yeni Bir Bakış, Cumhuriyet Gazetesi, 4 Ağustos 1983 s.5.
[12] Suna Kili, (2006) “Atatürk Devrimi, Bir Çağdaşlaşma Modeli”, Türkiye İş bankası Kültür Yayınları, 10.baskı., İstanbul, s.33.
[13] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, 1906-1938, cilt II, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1959, s. 40.
[14] A.g.e.
[15] A.g.e., s.286.
[16] Selahattin Çiller, Atatürk İçin Diyorlar ki; Varlık Yayınevi, İstanbul: Ekin basım evi 1965 s., 97.
[17] Kili, a.g.e., ss., 283-284.
[18] A.g.e., ss, 99, 194, 282.
[19] İnalcık, a.g.e, s. 24.
[20] A.g.e., s.150.
[21] A.g.e., ss., 36,94.
[22] Dankwart A. Rustow “Devlet Kurucusu Olarak Atatürk” A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayını, Ankara: Sevinç matbaası,1969, s.598.
[23] Kili, a.g.e., s. 100.
[24] A.g.e., ss. 149, 168, 171.
[25] Ag.e., s., 174.
[26] A.g.e. s. 190, 202.